19 Aralık 2012 Çarşamba

+PORTRE: loplop*

"burada haykırmaya hakkımız var çünkü biz ürpermeleri ve uyanışı yaşadık."
tristan tzara, 1918 dadaist manifesto

Punching Ball or
the Immortality of Buonarroti 
   Çok yönlü bir kişililktir Max Ernst. 1891 Almanyasında doğmuş ve Nazi Almanyasında "yoz sanat" kategorisine alınmış ve elbette yasaklanmıştır. Ernst'te bir çok alman sanatçı-çağdaşı gibi sık sık tutuklanarak ve kaçarak bir hayat sürdürdü. Rivayet olunmuştur ki Ernst'te toplama kamplarına düşmüş ve oradan sağ çıkmayı başarmıştır.

   İlk resim eğitimini babası tarafından alan Ernst, hiç bir şekilde resmi-okul yönüyle sanat eğitimi almadı. Her ne kadar felsefe ve sosyoloji eğitimleri almış olsa da I. Dünya savaşından çıktından hemen sonra, yaratıcı fikirleri ile resim sanatına yöneldi.

   1919 yılında Köln'de "dada" akımının kurucularından biri olarak yer aldı. Sosyal aktivist arkadaşı Johannes Theodor Baargeld ile "Der Strom" ve "Die Schammade" gibi dergileri yayınladı ve ilk dada sergisini organize etti. Dadaizmden sonra Sürreailizme yönelen Ernst; bulduğu frotaj tekniği ile bu akımın öncülerinden biri oldu.

   1922 yılında illegal olarak girdiği Fransa'da, dadaizmin ve sürrealizmin bir çok önemli kişilikleriyle tanıştı. II. Dünya Savaşının çıkmasıyla birlikte Fransa hükümeti tarafından "tehlikeli" addedildi ve tutuklandı. Her ne kadar Paris'te ki sanatçı arkadaşları tarafından kurtulmuş olsa da Nazilerin Fransa'yı işgali ile bu SS Polis Örgütü (gestapo) tarafından tekrar tutuklandı. Sanatçı dostu Guggenheim tarafından tekrar kurtulan Ernst, bu defa Amerika'ya kaçtı ve Amerika'ya vardıktan sonra Guggenheim ile evlendi.

   1979 Nisanında hayata gözlerini yuman Ernst, ardından bir çok yapıt ve yeni teknik bıraktı.

+ not: daha fazla Ernst için wiki-paintings

* loplop: sanat yaşamında ernst'in kendisiyle özleştirdiği, kuşa benzeyen yaratık.

14 Ağustos 2012 Salı

+KİTAP: "Bir İnsan, Çok Hayat"*

   ve belki de en büyük çelişki burada başlıyordu! Onu tanıtan, bir sicimin donuk ucunda ki belirginliği idi bu kelime ve insanı hayretlere, şaşkınlıklara ve hatta dehşete düşüren bir tanımdı ve koca labirent bu noktada başlıyordu. Nasıl? Nasıl oluyordu tüm bunlar? Neden hiçkimse idi, nasıl?

   pessoa -hiç kimse-; bütün tanımların, bütün anlamların içinden en uzağını ve en yakınını bulmuştu. O hiçkimse idi ama aynı zamanda herkes. Gençlik yıllarında başladığı yazın hayatında, onlarca insan olmuştu. Kelimenin tam anlamıyla olmuştu hemde. Sadece takma isimler değildi şiirlerinin altındakiler. O her biri olmuştu, o kişilerin hayatlarını yaşamış, sevmiş, üzülmüş, küsmüş, gülümsemiş. Sonra da her bir kişiliğin dili olmuş, hepsini bir potada eritmiş ve tüm bu farklılıkları isyandan kurtarmış ama neden hala kendisine hiçkimse diyordu?

   Fernando Pessoa: yazar, şair, ressam. Fütürist akımın Portekizli temsilcisi. Portekiz edebiyatının mihenk taşı, içi hazineler dolu labirenti. Belki ölümünden sonra bizlerde bu kadar soru işareti bırakmış olmasının sebebi bilinmemesiydi. Dar bir edebiyat çevresinin içindeydi ve ancak ölümünden yıllar sonra hazineler dolu sandığı ortaya çıktı. Hemde yirmiyedibinden fazla elyazması ile.

   Yazarı "Anarşist Banker" kitabıyla ancak geçen hafta tanıdım. Ne yazık ki sayfa sayısı az olan ve okuması çok kısa süren ama her bir tümcede insanı ya gülümseten, ya şaşırtan, ya öğreten bir kitap. İki arkadaşın bir yemek sonrası başlayan sohbetidir bu kitap. Okuru burjuva ahlakının derinliklerine sürükler ve Antik Çağ felsefesinin diyalog yöntemini izleyerek günümüz burjuva toplumunun ikiyüzlülüğünü, haksızlıkları göz önüne serer. Tanımış olmakta geç kalmışsam bile, tanrıya "dünyada yaptığım hayırlı işler listesinde" gösterebileceğim bir yazar ve kitap.

------------------------------------------

+ kitaptan : 

   "Peki, o halde bu aşırı çözümü niçin seçtiniz de diğer yollardan birini, diyelim... ara bir yolu seçmediniz?"
   "Anlatayım. Bunun üzerinde çok düşündüm. Okuduğum broşürlerde tüm bu kuramlar vardı elbette. Anarşist kuramı -gayet iyi ifade ettiğiniz gibi, bu uç kuramı- savunmamın nedenlerini size, iki kelimeyle anlatacağım."
    Bir an bakışları boşluğa takldı. Sonra bana doğru döndü.
   "En büyük kötülük, daha doğrusu tek kötülük, doğal gerçekliklere gelip yapışan toplumsal uzlaşma ve kurgulardır- evet, tüm kurguları kast ediyorum; aileden paraya, dinden devlete kadar hepsini... İnsan, ya erkek doğar yada kadın. Demek istediğim, insan yetişkin olduğunda erkek yada kadın olmak üzere doğar; doğal olarak, bir eş olmak için, bir eş olmak için, zengin yada yoksul olmak için doğmaz, hele Katolik yada Protestan olmak, İngiliz yada Portekizli olmak için hiç doğmaz. Toplumsal kurgular sayesinde şu yada bu olunur. Peki ya bu toplumsal kurgular neden kötüdür? Çünkü bunlar kurgudur, çünkü doğal değillerdir. Para devletten daha iyi değildir, aile dinlerden daha iyi değildir. Bunların yerine başka kurgular olsaydı, bunlar da o kadar kötü olurdu, çünkü bunlarda yine kurgu olurdu, çünkü bunlarda sırası geldiğinde doğal gerçeklerin üzerine yapışır ve onları boğarlardı. Dolayısıyla, istisnasız tüm kurguların ortadan kaldırılmasını hedefleyen saf anarşist sistemden başka her sistem, tüm diğer sistemler birer kurgudur. Tüm enerjimizi, tüm çabamızı, tüm zekamızı, bir toplumsal kurgunun yerine bir diğerini yerleştirmeye yada yerleştirme çabasına adamak bir saçmalıktır, hatta bir suçtur, çünkü bu, toplumu olduğu gibi bırakmayı açıktan açığa hedefleyerek toplumsal bir kargaşa yaratmaktır. Madem insandaki doğalı ezen ve bastıran toplumsal kurguları adaletsiz buluyoruz, o halde niçin enerjimizi, bu kurguların yerine başkalarını koymakta kullanıyoruz? Aynı enerji bu kurguların tümünü yok etmekte kullanabiliriz."
   "İnandırıcı gözüküyor. Ama varsayalım ki olmadı; varsayalım ki tüm bunların çok hoş olduğu ama anarşist sistemin hayata geçirilemeyeceği itirazı yapıldı bize. Sorunun birazda bu yanını inceleyelim."
......
   "Dolayısıyla, şu iki şeyden biri doğrudur: Ya doğal olanı toplumsal düzlemde gerçekleştirebiliriz yada gerçekleştiremeyiz; başka bir deyişle toplum ya doğal olabilir yada özü bakımından kurgudur ve hiçbir durumda doğal olamaz.
   Eğer toplum doğal olabilirse bu durumda anarşist toplum, yani özgür toplum kusursuz bir biçimde var olabilir; hatta bir yerlerde var olması da gerekir, çünkü tamamen doğal olan tek toplum budur.
.....
   "Peki ya en doğal kurgu hangisidir? Hiç biri doğal değildir, çünkü kurgudur. Mevcut durumda en doğalı, hangisi en doğal görülüyor, hissediliyor ise odur. Peki bu hangisidir? Eh, zaten alışkın olduğumuz kurgudur bu. (Anlıyor musunuz: Doğal olan şey, içgüdüden kaynaklanandır; içgüdü yoksa içgüdüye en fazla benzeyen şey alışkanlıktır. Sigara içmenin doğal hiçbir yanı yoktur, içgüdüsel bir ihtiyaç değildir ama eğer alışkanlık edinilirse sigara içmek, gerçekten içgüdüsel bir ihtiyaç olarak hissedilen doğal bir edim olur.)


not: verilen bölümler kitabın tüm konusunu ve temel fikrini yansıtmakta yetersizdir. Zira yazar diyalog yöntemi ile metni oluşturduğu için tüm kitabı birlikte düşünmek şarttır. Her tümce bir öncesi ve daha da öncesi ile sonrasıyla bağlantılıdır.

+bilgi:
fernando passoa; wiki, ekşi
anarşist banker; can yayınları
okuma listemde, sizde bakın: Fernando Pessoa: 20nci Yüzyılın Yalnızı (Adnan Özer - Everest Yayınları)



* Fernando Pessoa üzerile verilen Tulena Konferansında yayınlanmış yazılardan birinin başlığıdır.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

+FiLM: Şişe Çevirmece


Aşağıda ki diyalog; "1981" isimli bol ödüllü bir Kanada yapımı filminden alınmıştır. Bu yarı-felsefik konuşmayı yapanlar ise, yukarıda yer alan resimde ki iki  çocuk..
+film info; 1981 (2009), Yön: Ricardo Trogi - imdb

///
Plante: Niye soruyorsun?

Ricardo: Sadece merak ettim.

Plante: Neyi merak ettin?

Ricardo: Hiç... Eski okulumda böyle bir şey yapmazdık...İşler farklıydı.

Plante: Nasıl farklıydı?

Ricardo: Biriyle şişe çevirmece oynarsan, mesela öpüşürsen, daha sonra karşılaştığında ister iki gün ister bir sene sonra olsun en azından bir merhaba denir.

P: Öyle mi yapıyordunuz?

R: Evet.

P: Hepiniz mi?

R: Evet, normal bir şey. Biriyle öpüşürsen onunla arkadaş olman gerek. Senin okulunu bilemem ama bizim okulda öyle olurdu. Hiçbir şey olmamış gibi davranılmazdı.

P: Bu bana çok saçma geliyor. Öyle bir şey olamaz.--  Nereden bilebilirsin ki?

R: Neyi?

P: Herkesin öyle yaptığını.

R: Her öpüşenin birbiriyle selamlaştığını mı?

P: Hayır.-- Her selamlaşanın birbiriyle öpüşmüş olduğunu? Bak. Eski okulunda birbirine selam veren herkes öpüşmüştür. Olamaz.

R: Hayır! Herkes dediğim, bizim sınıftaki herkes, mesela bizim devre. Bütün okul değil.

P: O da olamaz. Sen, sizin sınıfta sadece öpüştüğün kızlara mı merhaba dersin? Başka kimseye demez misin? Yasak mı?

R: Hayır. Şişe çevirmece oynayanlardan bahsediyorum. Öpüştükten sonra birbirlerine selam verirler.

P: Peki öpüşmeyenler? Onlar merhabalaşmaz mı?

R: Evet ama--

P: İşte bu acayip. Bak! Öpüşmeyenlerin de birbirine merhaba dediklerini düşünürsen öpüşmüş olanlarla öpüşmemiş olanları nasıl ayırt edeceksin?

R: Çünkü kimin öpüşüp öpüşmediğini bilirdik.

P: Oyunu oynamayanlar nereden bilecek ki?

R: Boş ver.

P: Bu kadar. Söylemiştim, o iş olmaz.

R: Ben anlatamadım.

P: Evet.

31 Mart 2012 Cumartesi

+KİTAP: Aramak ve bulamamak üzere monologlar

  Aylar öncesiydi, soruyordum. Henüz sorunun kendisinin ne olduğunu tam olarak bilmiyor olmama rağmen, sorunun kahredici ateşinde yanıp tutuşuyordum. Tüm bu keşmekeş içinde belki sorunun kendisini bulmak veya sorusuz bir cevaba ulaşabilmek için çıktım yola.

  Tüm bu sürgünlük boyuncu, giderken ülkenin bir ucundan diğer ucuna, bulabilmek için bir şeyleri; bir soruyu veya cevabı, kavuşmak için artık huzura ve tüm bu varoluşcu dilemmaların arasında karalıyordum kara kaplı deftere: 'bulabilmek için; belki bir yüzde, belki bir fikirde veya bir mekanda' diye.

  Ve aradım, aradım durdum bilinmeyeni bulma telaşı içinde, günlerce. Lakin yoktu, ne bir cevap ne bir soru ve şimdi aylar, aylar sonra gördüm aynı telaşı, aynı karmaşayı bir monologta, Ferit Edgü'nün 'Kimse'sinde...

------------------------------------

 +kitaptan:

“Yollara düştüğün günleri diyor İkinci Ses, ansıyor musun!
Çok düştüm yollara, diyor Birinci Ses. Sözünü ettiğin hangisi!
Kendini bir kentten bir kente vurduğun, hiçbir yerde erince kavuşamadığın günlerden, diyor İkinci Ses.
Nereden çıktı bu, böyle birdenbire, bu sürgün yerimde! diyor Birinci Ses.
Hiçbir yerden, diyor İkinci Ses. Bellekten.
Nedir çıkan o iğrenç bellekten! diye Birinci Ses.
Anlatıyor İkinci Ses:
Sen
ordan oraya gidiyordun
nereye gittiğini kendin de bilmeden
yalnızca gitmek için gidiyordun
yollarda, yolculuklarda kurtulacağını sanıyordun
gidişlerin seni kurtaracağını umuyordun
o büyük sözü unutmuştun (delikanlılığında sık sık andığın):
Yurdundan kaçmakla kendinden kaçacağını mı sanıyorsun! Kaçtığın neydi! Bana sorarsan onu bile bilmiyordun. Yalnız yollardaydın. Tek başına. Ya da yanında bir dişi. Yani iki başına. İtişe kakışa (-bu yazı nerede geçirelim! -nerde istersen. -bir dağ başında! -hayır bir deniz kıyısında.) Deniz eski tutkundu. Deniz ve güneş. Güneşe bırakmak istiyordun bedenini. Hiçbir şey düşünmemek. Güneşte erimek. Boşaltmak için.

Yok olmak.”

+bilgi:


+DiZi: Caz Yapıyoruz!


  Bir kent*, bir mahalle* ve yüzlerce insan. Hemen hemen hepsi de armonik armonik bir edayla yaşıyor, yiyor, yürüyor, çalışıyor, sevişiyor. Ve aynı zamanda hepsi de kaygılı, mutlu, aceleci, üzgün ve fakir. Tüm bu sıfatları ve duyguları birleştirip yepyeni bir nota yaratıyorlar; tromponla, çatal-kaşıkla, muazzam bir deniz ve balıkla. Üflemeli Enstrümanlar Bandosu* ile yürüyor kenti bir baştan diğer başa ve bazen sokakta, French Quarter'ın kalbinde yayılıyor gitarın -kemanın nefesi ve dişlerin arasında ki o kırık -kesik ezgi. Tüm şehir müzikle yaşıyor, müzikle ölüyor. İstemese bile bu yolun müdavimi oluyor her kadın, erkek ve çocuk. Ve her bahar ayı dört-beş deli bağırıyor. Vücutlarında ki her bir tüy: siyah-mavi-beyaz birer gökkuşağı oluyor ve Zulu King tavrıyla katılıyor Mardi Gras* alayına. Ama yine de, tüm bu eğlenceler ve funky müzikler yayılıyorken bile etrafa, kentte hayat bazen duruyor, aşklar bitiyor, dostlar yitiyor. Haksızlık ve cinayette bir nota oluyor ve süslüyor bu ezgiyi. Kent her gün doğumunda ve her gün batımında caz yapıyor.

  Ve sonra, bizde katılıyoruz bu güruha ve hep birlikte caz yapıyoruz burada, Treme'de...


+dipnot:
* kent: new orleans, louisiana /viki
* mahalle: tremé /viki
* bando: mardi gras alayında 'second line' diye bilinen alay.
* mardi gras: new orleans'ta gerçekleştirilen geleneksel ve bol müzikli bir festival. /viki

+bilgi:
  Dizi hakkında daha fazla bilgi için linkler;

12 Mart 2012 Pazartesi

Ayı ve magicmushroom

Ayı -L'ours  filminden bir sahne:

 
film info:
L'Ours -1988, Yönetmen: Jean Jacques Annaud

+imdb link

+PORTRE: Om Mani Padme Hum

  Amerika'nın 'çiçek çocukları' henüz doğmamış, ampirik eğitim karşıtlığı ile başlayan ve sonrasında ki devam halkalarıyla büyüyen protestoların sahipleri alanları doldurmamışken; II. Dünya Savaşı sonrası ve Vietnem savaşının süregiden izlerini daha yeni yeni atlatan savaş karşıtı hippiler-nihilistler-ayyaşlar-bohemler henüz yüzlerini doğuya-uzağa, mistisizme dönmemişken ve henüz bu kitleler buddha'yla ve nirvana'yla tanışmamışken; Anadolu'da ki bir şair şu kelimeleri yazıyordu defterine:

çelebi, asaf halet
"nigrôdhâ
koskoca bir ağaç görüyorum
ufacık bir tohumda
o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum (üç defa)
sidharta buddha
ben bir meyvayım
ağacım âlem
ne ağaç
ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum (üç defa)"

7 Mart 2012 Çarşamba

KOMŞU: Dindar Anarşistler: Malakanlar

+ koalakultur.com'dan alıntıdır. İlgili başlık için tıklayın



“Dünya üzerinde adı sanı duyulmayan bir halktır Malakanlar. Anadolu’da bir zamanlar Malakanların yaşadığından çok az insan haberdardır. Onların anlı şanlı bir tarihi yok. Onlar için kahramanlık heykelleri dikilmedi. İnsanlığa hiçbir kötülükte bulunmadılar, öldürmediler, doğayı sevip korudular. Bugün dünyanın en büyük sorunu savaşların yarattığı ölüm, yoksulluk sorunu…"

F.Tekin Düz

Anadolu halklar bahçesi, uygarlıklar beşiğidir. Birçok millet Anadolu’yu yurt edinmiş. “Üzerine atlılar salınmış. Anadolu ise ne İskender ne de Şah takmıştır.” Kavimlere kucak açmış, onları doyurmuş, sarmış, sarmalamış bir mekândır Anadolu. Göç ettirmiş, aç bırakmış, savaşlar görmüş, kardeşin kardeşi öldürdüğüne şahit olmuş. Yalnızca tek bir halkı kendine yar edinmemiş; kendisine gelen bütün halklara kucak açmış, kendinden değerler katmış bir coğrafya. Bazen zalimden, zulümden yana olmuş. Bazen de kimsesizlere, kimliksizlere, yoksullara, yoksunlara kucak açmıştır. Anadolu’da açlıktan, kıtlıktan, savaştan, kimsesizlikten, kimliksizlikten her halk nasibini almıştır. Bu yönleriyle halkları yoksullukla ve ölümle eşitlemektedir. Eşitlikçiliği daha çok savaşlarla kendine sahip çıkmaya çalışanlara dönük olarak kahramanlık yapanlara kurban etmiş, onları daha çok sahiplenmiştir. Kendisi için kahramanlık yapanları, kanını akıtanları bağrına basmıştır. Bu topraklar üzerinde savaşın olmadığı zamanlar neredeyse yok gibidir. Halklar gözlerini savaşlar içinde açmış, ölene kadar savaş gerçekliği ile yaşamışlardır. Savaşın getirdiği; çaresizlik, ezilmişlik, umutsuzluk, yoksulluk, yoksunluk, kimsesizlik halkları kendi kimliğinden uzaklaştırmıştır. İnsanlar korkuyu, acıyı, ölümü iliklerine kadar yaşamışlardır. Yaralı olan bu mekânda; insanlar, dil, söz, dağ, taş, yani insana ve doğaya dair ne varsa her şey acıdan nasibini almıştır. Korkuyla, acıyla, ölümle içe içe geçen bir yaşamla kimlikler oluşmuştur. Böyle meydana gelen bir kimlikle Anadolu insanı türkülerini, şarkılarını, stranlarını ağıtlara dönüştürmüş. Anadolu insanı sevincini, neşesini yaşamaya çalışırken acının, hüznün trajedisiyle oluşan ruh halini uzun havayı andıran müziklerle kutlamıştır.

Bu coğrafyada Malakanlar adında bir dinsel cemaat ya da etnik grubu duydunuz mu? Kars bölgesini bilenlerin dışında Malakan ismini duyan insan sayısı çok azdır. Yaşadığımız topraklarda bir zamanlar bizimle beraber yaşamış bir halkın varlığından haberdar olmamak ayıplarımızdan biridir. Malakanlar’da din ile etnisite iç içe geçmiş Beyaz Rus kökenli bir etnik gruptur. Rus Ortodoks inancından farklı olarak, kendilerine özgü Tevrat ve İncil sentezi Güneş Kitabı’nın temsil ettiği bir dini sisteme inanıyorlardı. Rusların resmi Yunan Ortodoks kilisesinden yaklaşık 300 yıl önce ayrılmış Rus kökenli bir halktır. O tarihlerde Rus halkının inancına göre, haftada iki gün süt içme geleneği vardı. Malakanlar böyle bir oruç inancına itiraz ederek haftanın her günü süt içebileceklerini düşünüyor ve her gün süt içme ile inançları arasında bir çelişkinin olmadığına inanıyorlardı. . Bundan dolayı Yunan Ortodoks kilisesinden ayrılmışlardır. Moloko kelimesi Rusça olup süt anlamındadır. Molakan kelimesi ise süt içen orucu bozan anlamına gelir. Kars civarında bu kelime Malakan şeklinde kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası Malakanlar yani süt içenler büyük ayrılıktan sonra büyük oruç boyunca süt içmekte ısrar eden Rus Ortodoks gruptur. İnançlarının gereğini yerine getirmek için göze aldıkları fedakârlık olarak ayrılık Onlara, şiddetli işkence ve ıstırap dolu bir yaşam sürdürmelerine sebep olmuştur. Rus yönetimi tarafından Kafkaslara, Osmanlı, İran sınır boylarına Tiflis, Erivan, Bakü civarına yerleştirildiler. Sonraki yıllarda yayınlanan bir bildiriyle Malakanlarla dinsel inancı aynı olan Rus yazar Tostoy’unda bağlı olduğu Dukhoborlara inançlarını özgürce yaşamalarına izin verildi. Bu durum 19. yüzyılın sonunda gündeme gelen zorunlu askerlik hizmetine kadar sürdü. Malakanlar askerliği inançları gereği zalimlik sayıp, askerlik yapmayı reddettiler. Bu yeni durum Malakan halkının acı ve sıkıntı çekmesi demekti. Yeniden kaçış, yeniden göç başlamıştı. Bu dönemde Malakanlar Kafkas ardından Amerika, Kanada ve Avustralya’ya göç ettiler. Bir kısımda Kars’ın 1877- 1878 Osmanlı Rus Savaşları’ndan sonra Ruslar tarafından Kars yöresine sürülmüştür. Kars’a sürülmelerinde askerlik çağrılarına uymamaları, askerliği reddetmeleri etkili olmuştur. Malakanların buradaki kaç köye yerleştikleri konusunda elde kesin bir veri yok. Ancak 1962 yılına kadar Kars ve yöresinde yaşamlarını sürmüşlerdir.

5 Mart 2012 Pazartesi

+ dadadadadada

George Grosz


Grey Day. 1921. Oil on canvas. 115 x 80 cm. Staatsliche Museen zu Berlin, Nationalgalerie, Berlin, Germany.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Jim Jarmusch & Harvey Keitel: 'Adiyos sigarattos'

Tüm Brooklynlileri toplamışlar Blue in the Face'e koymuşlar. Film Paul Auster ve Wagne Wayn'in imzasını taşır. Baba karakterler, müziklerle dolu bir filmdir. Hele ki John Lurie ve ekibinin müzikleri var; ohhh dinlemeye doyamazsın. Ve sonra uçarda uçar muhabbetin hiptonik kuşu ve konar Bob ile Auggie'nın berisine.

 Bob (Jim Jarmusch) ve Brooklyn Tütün Şirketinin müdavimi-çalışanı Auggie (Harvel Keitel) sigara üzerine leziz bir muhabbet çevirir. İki baba aynı karede, aynı filmde:


altyazı:

Bob:
Sigara bir anlamda ölümlü
oluşumuzu hatırlatan bir şey.

Çekilen her nefes, geçen bir an,
geçen bir düşünce gibi.
Sigara içiyorsun ve
duman kayboluyor.

En iyi Film Müzikleri: Bölüm II

Bölüm iki ile hız kesmeden devam....


  6. "Making of Cyborg" - Kenji Kawai ('Ghost in the Shell' filminden)

M01 Part I - Making of Cyborg by Kenji Kawai on Grooveshark


  'Ütopik gelecek' temasına örnek en güzel animelerden biri olan Ghost in the Shell, 1995 yılında usta yönetmen Mamoru Oshii tarafından hazırlandı. Matrix felsefesine de ilham olduğu sık sık dile getirilen bu anime; new age-ambient temalı soundtrack albümü ile de ayrıca büyülüyor insanı. Bir nevi bu animenin intro parçası olan 'Making of Cyborg'; hem anime serisinin birinci, hem ikinci bölümlerinden yer alıyor ve her iki bölümde ki sahneleri (sahne görseliyle) apayrı bir tad veriyor izleyiciye. Geleneksel Japon müziği motiflerine bezeli şarkının sözleri şöyle;


Original / Romaji: 
A ga maeba, kuwashime yoini keri
A ga maeba, teru tsuki toyomu nari

Yobai ni kami amakudarite,
Yoha ake, nuedori naku,
Tookamiemitame


İngilizce Çeviri:

When you are dancing, a beautiful lady becomes drunken.
When you are dancing, a shining moon rings.


A god descends for a wedding
And dawn approaches while the night bird sings.
God bless you. God bless you.
God bless you. God bless you.


+ imdb sayfası

15 Şubat 2012 Çarşamba

Kadın; kent ve müzik...

  Yağmurun hüzün dolu nameleri yayılıyordu etrafa. Bir öğleüzeri bu sessiz Mağrip kentinin taş sokaklarında adım adım kadının buklelerine gidiyordum. Bulutlar eski kentin tepesinde toplanmış, yepyeni bir anın yaratılışına has bir coşkuyla gürlüyorlardı. Tüm Granada suspus olmuş; görkemli katedrali, taş binaları, küçük sokakları, mağrip edalı insanlarıyla bu muazzam anın tanıklığını yapıyordu. Girdiğimiz bir başka sokakta gözlerim hayallerin doruklarında ki bu gizemli kentin, sonbaharlara has kahverengi tonlarına bürünmüş bahçelerine dalıyorlardı. Bir kuş konduğu meşe ağacının dalında şakıyor ve bir başkası, sonra daha ötede ki bir başkası bu aryaya katılıyordu. Kentin hüzünlü yanı, gri-kızıl bulutlarla birer gözyaşı oluyor ve ruhun ölümsüzlüğüyle sarılmış bedenlerimiz; ipek hafifliğinde, sarhoşlar gibi bu deryada yüzüyordu. Kadının bir kaç adım ötesinde kalmış ve tanrı güzelliğine sahip dişinin buklelerinde mutluluğun ağlarına dolanıyordum. O an durup arkasına döndü ve sessizliğe bürünmüş bana, tüm bu güzellikler karşısında lal olmuş ruhuma baktı. İnceden bir gülüşle yanıma sokuldu. Elimi tuttu ve bir anne şefkatiyle -ağır ağır- incitmekten korkar bir halde uzandı, dudaklarının koyuluğunu ve bu rengin tatlılığını kenetledi dudaklarıma. Tekrar gülümseyip elimden tutup "hadi gidelim" dedi.

Little alley down in Granada by Polla @ deviantart

  Dört bir yanı sokaklarla çevrili, yolları taş döşenmiş ve her biri bir avuç büyüklüğünde ki yamuk yumuk taşların arasından süzülen yağmur sularıyla dolu bir küçük meydana çıkmıştık. Sağımda ki binaya doğru sürükledi beni. Sorgusuz sualsiz adımlarım onu takip etmiş ve az sonra tahtadan bir kapıdan içeri girmiştik. Mekanı tatlı bir ezgi doldurmuştu. Loş, sarı spot ışıkları arasında, bu küçükten odaya dört-beş masa atılmış ve duvarları; o an çalan müziğin üstatlarının resimleriyle doldurmuşlardı. Oturup birer romlu kahve ısmarladık. Kadın mutluluk dolu gözleriyle beni süzüyor ve meleğimsi bir ses tonuyla kulağıma "burayı seveceği tahmin ediyordum" diye fısıldıyordu. Ruhum dalgalanıyordu, cazın bir yükselen bir hafifleyen ritmleriyle coşkun bir nehir gibi akıyordu. Bedenim kıvrılıp bükülüyor, sıçrayıp koşuyor, kafeden dışarı taşıp; artık mehtabın aydınlattığı taştan sokaklara, mavi ve yeşile bürünmüş tarlalara, uçsuz bucaksız enginlere karışıyordu. Uzaklara yelken açmış bir gemi misali tüm gövdem aşkın sıcak rayihası ile dolup taşıyordu. Kadının her nefes alışverişinde, gerdanında ki zarafet beni de bir görünüp bir kayboluyordu. Vecd haline tutulmuş bir semazen gibi kadının etrafında dönüyor, bu Mağrip kentinin, güzeller güzeli esmer kızına methiyeler düzüyordum. Ruhuma dolan bu mutluluk; yalnız karşımda ki meleğin kadınlığına has kokusundan kaynaklanmıyor, onun bu muazzam evrende cazın, yağmurun, mehtabın, loş ışıklarla kaplı bu mekanın, taş sokaklarıyla mağrip kentinin farkında olmasıyla, tüm bunları bilip yaşamasıyla daha da artıyordu.

bohemia jazz cafe

  Tüm bu farkındalık beni yeryüzünde ki tüm adamlardan daha şanslıymışım duygusuna sürüklüyor ve işte o zaman; tünemiş olduğum bu evrenden kanat çırpıp uzaklara, kadının bukleleriyle dolu bir başka dünyaya uçuyordum.


+not:

  • mevzu bahis mağrip kenti; granada
  • yığınla anılar arasından sıyrılıp ve bellekte iz bırakmış, yazıya konu olan kafe; bohemia jazz cafe

Sehir Cangılında Uçan Kertenkeleler*


John Lurie
& The Lounge Lizards




"Buldozerler yağmur ormanlarını, sinmiş lemurları, uçan tilkileri, bir kara hayvanının söyleyebileceği en güzel ve en renkli müziği yaratan, şarkı söyleyen Kloss maymununu, karada çaresiz,akıp giden uçan lemurları yok ediyor.  Hepsi insan stoklarının her gün daha da değer kaybetmesine yol açarak yok olup gidiyorlar, paha biçilmez ögeler, her gün daha az vahşi ışıltı ile -maddeye dönüşen enerji. Ruhsuz sulu çamurun en büyük heyelanı."  

William S. Burroughs, Şans Hayaleti

*Roll, S:21, '98


The Lounge Lizards

Okumalar: Anzu

  Dicle'nin kıyısında başlayıp, güneşin tüm kuvvetiyle saldırdığı güney limanlarına; Ur kentine, Ulay nehri havzasına, inci taneli çölün bile eriyip; isteksizce aktığı iran körfezi sınırına kadar uzanıyor bu öykü;

mesopotamia by leventste @ deviantart.com

 Bü bölgede yaşayan; bir çoğu her şeyden habersiz, ömrü toprak olan ve kendisi de toprak sayılan; yüzü kırış, teni esmer, yüreği saf, yüreği mert, kuzeyin ve güneyin terler içinde ki insanlarının hikayesidir tüm bunlar..

  Taştan tabletlere feda edilen binlerce can, yüzlerce aşkın, ömrü toprakların bazen Zu dediği, bazen Imdugud'un; göklerden düşen siyah-parlak tüylerin sahibi, gürledi mi şakakları koparan ve bir parça taş için yerin yedi kat dibine giden, serüvenin her deminde -belki istemese bile- safları, aşıkları, kadınları bu ölümsüzlük şehvetine kurban eden ve aslında beşerin Anzu diye bildiği; isyankar, gözleri umudun karanlığına bürünmüş bir yolcunun destanıdır tüm bunlar.

Zu, Imdugud, Anzu

  Farsi bir gecenin ortasında; yükseklerde ki ayın gümüşi huzmeleriyle aydınlanan, sazlardan yapılma aşk evinin penceresinden içeri kaçamak bakışlar atan Lillitu'nun ve onun bilinmezlik deryasından doğma; felaketleri, acıyı, kanı ve intikamı arzulayan gönlünün uysallığı için çalınan; çatallı, kırık, uzak seslere bürülü santur ile ay ışığının kudretine hayranlıkla işlenmiş ve yine gümüşi renklere boyanmış; gözü sürmeli, kıvrak danslı kızların giydiği halhallarıyla; bu korkunç hırıltıların sevgilisinin -pirebok'un- gazabından onları koruyacak olan lakin aslında tüm bu gazabın babası kendi olan, tasında ki ateş kadehini kaldıracak ve ademoğullarına güneşin bereketini sunacak göklerin efendisine, ancak o mezopotamya gecesinde duyulan özlemin macerasıdır tüm bunlar.

  Zigurat'ların, Enlil'in, Xezal'ın, Sitar'ın, Jinda'nın ve bilge Diman'ın hikayesidir.

  Mardin'in sisli denizinde doğmuş, gönlünü gözleri sürmeli bir güzele kaptırmış; delilerin, ayyaşların, yitip gidenlerin dostu Ro'nun anılarıdır tüm bunlar.

  Anzu baştan sona masal kokan, mitolojik bir tanrısal tavrı olan; esaslı bir yol kitabıdır.

Vesselam!

+notlar:
  • rıdvan karaaslan - anzu; idefix - vikitap
  • fotoğrafcılığa dair; ro'nun blogu
  • kader tabletlerini çalan ve üç farklı isimle bilinen anzu-zu-imdugud; viki
  • ademin ilk karısı, ilk feminist: literatürde lilith ve lilitu isimlerine istinaden, doğuda halen korku hikayelerine baş kahraman olarak -kürtçe- 'pirebok' diye bilinir; viki



Ecegillerin siiridir önümde, 'Açık Atlas' duran...


















hayattan ders veriyor diye öğretmenleri kızdıran
tuzu bir bulmuş çocukları saklamadan güldüren dünyaya
su kaçırmaz bir eşeğin sesine açıktır penceresi
bir sınıfın, batı son dersinde, kuşluk vakti

meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?

en arka sırada çift dikişliler, sınavda en öne
intihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlar
yalnız orta doğu'da el altında satılan bir açık atlas
kim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz

bakıldı ki kum saati, ters çevrilmiş, çıt, usul isa asi olmuş
ikinci karnede babası yarısını silahıyla dışarda bırakıp
öyle öğretildiği için saygılı, sınıfa giren parmak çocuğun
boş yerine, girilmeyen bir dersin denizi, gelip oturmuş

açık kalmış atlası, deniz taşmıştır, darılmasın fırat ama

hayatın orta öğretmeni sustu, dondu gülmeleri çocukların
bir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz

efendiler! eşekler susabilirler
ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?

ece ayhan, bindokuzyüzyetmiş


10 Şubat 2012 Cuma

35th Parallel - Sallasana Mendilini

Orta doğudan, Kuzey Hindistan'dan, Kuzey Afrika'dan, Akdeniz'den ve Amerika'dan aldıkları  müzikal referanslarını, multi-enstrümantaller ile icra eden yetenekli bir grup, buyurun sizde keyfine varın;


35th Parallel offical: www.35thparallel.com
Myspace: www.myspace.com/35thparallel

Tozlu, kuru, sarı sıcak topraklar


  Uzaklardan gelmişti, bir başka ülkeden. Çekik gözleri, kırışık teni, mahmur ve bir o kadar çocuksu bakıyordu insanlara. Sovyetlerin yakıp yıktığı ülkesinden, hayatı ve hayatları afyonlaşmış memleketinden; Afganistan'dan kaçıp sığınmıştı İran'a. Lakin açlık, sefalet, amansız kayıplar, geride kalanlarla ve onlara duyulan özlemlerle, açılar içinde kıvranarak yaşıyordu bu yeni ama yine kuru sıcak topraklarda. Her yer taştı orada -arkasında bıraktığında- ama şimdi yine taş olmuştu, kızıla boyanmış toprak, burada. Kopardığı ekmeği de, yuttuğu lokması da taş olmuştu, geçmiyordu boğazından. Yine de durmadan çalışıyor; karısını ve çocuklarını geçindirmeye, bir tas sıcak çorba almaya uğraşıyordu.  
  O bozkır günlerinden birinde; inşaatın dördüncü katında çalışırken, bir ara gitti aklı geride kalmışlara ve o hüzün dolu evinde onu bekleyenlere. Dert oldu yumak, karanlık sardı dört bir yanını ve artık hissettiği tek yüzüne çarpan, onu lime lime eden rüzgardı. Düşüyordu hızlıca, küçülmüş bedeni ve yere çarpacakken kapatmıştı gözlerini. Düşüncelerin engin çayırlarında koşturdu, ruhsuz bedenini ve sonra duyuldu o ses, ahlar, feryat figanlar. Düşmüştü o küçük bedeni; ekmeğin, umudun, huzurun peşi sıra; koşar adım, hızlıca, yüksekten. 
  Tabibe verecek kadar parası yoktu, mezar taşı yaptıracağı kadarda. Kaldı öyle tenhalarda ki evinde, sessizce, incinmiş gözlerle. Geçti böyle günler, haftalar, aylar ve bir haber geldi ötelerden, acılar ülkesinden; biraderi ölmüş ve yetim kalmıştı yeğenleri. Gitmesi lazımdı, dönmesi ama yine yoktu parası ne gitmeye, ne görmeye. Yaslandı değneklerine ve koşar adım gitti Meram'a, parası olan veya en azından olabilecek tek dostun. Oturdular yan yana ve uzak kalmışlığın merakıyla sordu Meram ona; "nasıl oldu bacağın, dostum?" Sustu adam, battı yerin dibine, gitti cehennemin ateşten kapılarına ve kızarmış gözlerinin ardından sessizce haykırdı dostuna; "o kadar çok acım var ki, unuttuğum bacağımın derdini..." 

---------------------


Baran, (2001)


  İran sinemasının üstadlarından Majid Majidi'nin; her biri birbirinden önemli uzunmetrejlı filmlerinden beşincisidir Baran. Hazîn bir öyküsü var filmin. İran'da ki bir inşaata toplanmıştır bir grup insan; kimi Afganistan'dan savaştan dolayı kaçmış Afgan mülteciler, kimi ülkenin kendi kıtlığı içinde karınlarını doyurmaya çalışan İranlılar'dır. Tüm hikaye aslında Lateef ile göçmen Baran arasında geçiyor ve Lateef bir çok defa bu zorda ki ailenin dertlerine bir dem derman olmak için uğraşmaktadır.

Güzel, yalın, hüzünlü bir film...

+ imdb sayfası

En iyi film müzikleri: Bölüm I


  Çok uzun bir zamandır aklımdaydı böyle bir seri düzenlemek. Çok güzel filmler izlemiş ve en azından filmlerin kendisi kadar güzel olan bir çok şarkı dinlemiştim. Tüm bu filmler ve müzikler beni bir diyardan, başka bir diyara götürmüş ve bu yapıtların müzikleriyle; daha huzurlu, duygulu hallere bürünmüştüm. Sonunda gün geldi ve beğendiğim film müziklerini kara kaplı defterime not etmeye başladım. Önce üç, sonra dört ve derken sayıları çoğaldı. Blogta hayata geçince artık bunları paylaşmanın vaktinin geldiğini anladım.

  Evet biliyorum; daha izlememiş olduğum bir çok film ve daha dinleyememiş olduğum yüzlerce parça var ama hepsi sırayla ve şimdilik sizi kendi sevdiklerimin arasından bir seçkiye davet ediyorum, Buyrun;




1.     "Naked Lunch" – Howard Shore & Ornette Coleman (Naked Lunch filminden)

Naked Lunch by Howard Shore and Ornette Coleman on Grooveshark


  Beat kuşağı yazarlarından William S. Burroughs’un aynı isimli kitabından beyaz perdeye uyarlanan bu film, yönetmen David Cronenberg tarafından çekilmiş. Zaten muhteşem olan kitaba belki de yapılabilecek en iyi kurguya sahip. Bu sayede çok doyurucu bir duygu yaratıyor insanda. Film müzikleri ise iki üstadın elinden çıkma; Howard Shore ve Ornette Coleman. Birisi yaptığı çalışmalarla ‘soundtrack kültürünün’ babası olmuş bir besteci, diğeri caz müziğin duayenlerinden -ayrıca free caz akımının öncüllerinden- biri. Muhteşem bir ikili ve aynı muhteşemlikte bir açılış parçası.

2.     "The Poems of Atom II" - Salar Aghili (Bab’ Aziz filminden)

Poem Of The Atoms 2 by Salar Aghili on Grooveshark


  Yönetmen Nacer Khemir’in üçleme filminin sonuncusu olan, sufi geleneğine dair izleyebileceğiniz en iyi filmlerden Bab’ Aziz; film müzikleri ile de kulakları mistik bir hava sarmış ve filmin misyonuna çok iyi eşlik etmiştir. Albümün diğer parçalarını da dinlemeye çalışın.

Nemrut... ve ötesi!

Nemrut yolu
"Ve vardığımızda tepeye, gözün ufku gördüğü o muazzam yere, binlerce yıldır kutsal atfedilen o noktaya, aklımda sadece şu vardı; mühim olan varacağımız yer değil, oraya vararken yaşadıklarımızdır..."


  Bu hayal; aylar, yıllar önce düşmüştü aklıma. Sevilla, Alameda de Hercules'de ki evimde 'Motorcycle Diaries' filmini izlerken bu hayal bir tohumun toprağa ekilmesi gibi beynimin derinliklerine ekilmişti. Tamamı eğlence, yol, arkadaşlık üçlüsü ile geçirilen bir erasmus döneminden sonra eve, okula dönmüş ve bir sonra ki yaz İngiltere'ye gitmek için uğraş veriyordum. Lakin bu uğraşın sonu gelemedi ve bende bu defa yine evde otururken birden; "Ben Anadolu'yu gezmeliyim, aynı geçen yıl filmde gördüğüm gibi" diye karar verdimi "Ama nasıl?" ...

  Ve artık en azından yola çıkmak için bir sebebim vardı; İngiltere macerası suya düşmüş ve bende bu Anadolu gezisi için 'neler yapabilirim' diye düşünüyordum. Sonunda otostop fikri aklıma düştü. Bu otostop olgusunun bende fikir bulmasının da birçok farklı nedeni vardı; birincisi Kerouac'dı ve onun muazzam eseri Yolda, sırf bu neden bile başlı başına yola çıkmaya yeterdi ama dahası vardı; o kış dönemi evimde couchsurfing'den bazı misafler -özel misafirler- ağırlamıştım. Macaristan-Bosno-Sırpıstan'dan yola çıkmış ve otostopla Hindistan'a gitmeye çalışan 5 kişilik hippi grubu. Onlarla tanışmak bana bu macerayı başarabileceğime dair bir özgüven vermişti. Zira daha önce hiç otostopla, parasız, böylesi avare ve başıboş gezmek gibi herhangi bir maceram hatta böylesi bir şeye ilgim olmamıştı. Sonuncusu da elbette parasızlıktı. Sonunda yola çıktım ve 95 gün boyunca ülkeyi bir uçtan, diğer uca katetmeye başladım.




Yolda özgürlük vardı, hayatın anlamı. 
Yolda bir arayış vardı ve bazen arayıp bulamayış. 
İnsanın, fikrin, mekanın peşinde.
Tanışarak, selam vererek ama durmadan yer değiştirerek, 
bazen susarak, yaşayarak, görerek ve bağırarak 
ve bazen tek başına, bazen bir kaç arkadaşla. 
Hep müzikle, sözle. 
Ve bazen bir yazarın izinde, enstrümanın naifliğiyle, 
bazen aç-sussuz, parasız, sokakta.
Koca koca şehirlerin karmaşasında. 
Ve bazen bir zeytin ağacının altında oturarak.
Haşmetli dağların, engin ovaların ve çayırların arasında;
maviyle, yeşille. 
Tanışılan muazzam insanlar ve pastoral güzelliklerle,
alelade tutkularla ve bazen sorularla. 
Zamanın tüm bilgeliği ile uzaklara kaçarak
Arayarak insanı, kendimi; 
yeryüzünde bir sürgün gibi...

  O yolculuk sırasında ki duraklardan biriydi Nemrut. Benimle birlikte yolda -Adana dolaylarında- tanıştığım ve doğuya doğru gittiğimiz için birlikte devam ettiğimiz Alman arkadaşım Alex vardı. Nemrut dağının bu yolculukta benim için apayrı bir önemi vardı çünkü o tepeye varmak için tam iki günümümü vermiştim. Evet, Nemrud Milli Parkının girişinden, o muazzam tepeye varmamız bir gece-iki günümüzü almıştı. Önce Adıyamın'ın Kahta ilçesine varmış, geceleyi Cendere yakınlarında ki bir köyde geçirmiştik. Ardından iki günlük yolculuk başlamıştı. Cendere'ye varmış ve orada Rıfat Abi ve onun muhteşem öyküsü ile tanışmıştım. Kim bilir, belki daha sonra bu öyküden de bahsetme fırsatım olur. Ardından öğleüzeri otostopa başlamış ve sihirli parmağı yine havaya dikmiştik. Hiç yoksa 3-4 saat boyunca bizi kimse almadı, ki zaten o süre boyunca bizim gittiğimiz istikamete doğru yolculuk yapan kimse de olmamıştı. Bu durumun sebebi bizim Nemrut'a giden asıl-ana yolu kullanmak yerine, daha kestirme ama daha sonradan neredeyse hiç trafik olmadığını anlayacağımız ikinci yolu kullanmamızdı. (1) Henüz daha tam pes etmemişken bir araç yanaştı ve bizi aldı. Bunlar Kahta'dan gelen ve Nemrut Milli Parkının girişine gelmeden beş-altı kilometre öncesinde ki köye gidecek olan iki gençti. Bu kısa yolculuk boyunca çocukla iyi anlaşmıştık ve bu sayede gençler bizi, beş-altı kilometrelik kalan kısımda da yani milli parkın girişine kadar götürmeye karar verdi. Teşekkür edip gençlerden ayrıldıktan sonra gişede milli park giriş biletlerini alıp beklemeye koyulduk tekrar. O arada gişede ki memurlarla -iki kişiydiler- sohbet ediyor ve muhteşem yol anılarına daha nice hatıralae ekliyorduk. Bekledik, bekledik, bekledik. Önce dakikalar, saatlere ve sonra saatler güne tekabül etmeye başlamıştı. Aynı zamanda Nemrut civarında hava bozmaya başlamış, yağmurun; bereketini toprağın şehvetiyle buluşturacak o hırçın anlara az kalmıştı. Huzursuzca bir yola, birde tepede toplaşan grileşmiş bulutlara bakıyordum. Nihayetinde, önce küçük küçük çiselemeye başlayan yağmur taneleri, sert-hızlı bir şekilde gökten düşmeye başlamıştı. Tüm bunlar olurken, bir kaç tur otobüsü gelmiş ama şoförleri bizden para almadan -ki mevzu bahis miktar 50 ile 60 TL arasında değişiyordu- tepeye götürmeyi kabul etmiyordu. Elbette bu kadar parayı vermeyecektik, aslında zaten istesek bile üzerimizden o meblağ çıkmıyordu. Beklemeye devam ediyorduk; hava sağanak yağışlı olsa da belki bir umut birileri o tepeye çıkmak istiyordur diye umuyorduk. Sonunda hava kararmaya, gök daha çılgınca gürlemeye başladı. Şimşekler sık sık çakıyor ve dışarı da bir küçük bir gölet oluşmaya başlıyordu. Şanslıydık ki o gişe memurları geceyi de bu küçük kulübe de geçiyorlardı ve yağmur-araçların olmayışı-talihsizliğimize istinaden bizi içeriye, birer bardak çay içmeye ve daha sonra gece onların misafiri olarak aynı kulübe de kalmaya davet ettiler. Karanlığın çökmesiyle midelerimizin gurultusu başlamıştı. Durumun farkına varan memurlardan biri akşam yemeği için menemen yapmaya koyuldu, bir diğeri benimde tütün sardığımı görünce, beni berisine çağırıp tütün üzerine şiddetli bir söylev çekmeye başladı. Dışarıda ki fırtına ve şimşeklere bakınca, Zeuz ile Boreas'ın arasında bitmez bir dövüşün olduğunu sanırdınız ve bu amansız kavganın ortalarında -yemeğimiz henüz pişmiş, sofra kurulmuşken- elektrikler gitti ve önce karanlıkta sofraya konacak son şeyler getirildi sonrada bir el feneri ışığında yemek yedik. Yemek bitti ve ben o muhteşem yemeği lokma lokma mideye indirirken "herhalde bir daha böylesine lezzetli bir menemeni yiyemeyeceğim" diye düşünüyordum, ehh halende haksız çıkmış sayılmam.  Sonunda gece yarısı geldi ve yatıp uyuduk. Sabaha doğru saat 5 gibi, henüz hava aydınlanmamışken, ev sahiplerimiz bizi uyandırdılar; "kalkın gençler, kalkın da tepenin biraz öncesinde ki köye kadar giden arabaya binin. Bu adamlar dosttur, o köyde yaşıyorlar, sizden para almazlar. Hadi kalkın sizi bekliyorlar." Hızla giyinip, daha adam akıllı teşekkür edemeden oradan ayrıldık. Yarı uykulu-yarı uyanık bir vaziyette, gözlerimiz hafif hafif kısılırken güneş tekrar doğmuş ve bu tepeye yapılan belki de en önemli sebeplerden ikincisini; gün doğuşunu da kaçıyorduk. Evet önce gün batımını ve şimdi doğumunu kaçırıyoruz. Ne sinir bozucuydu bu durum. Köylüler bizi köye varmadan, yolda ki son virajda bıraktılar; "buradan, şu iki tepenin arasında ki çobanların patika yolundan yürüyün, tepeye en fazla 7-8 kilometre kalmıştır. Buradan, kestirmeden oraya daha erken varabilirsiniz" diye söylediler. Araçtan indiğimde sanki görünmez yüzlerce keskin bıçak suratımı kesiyor ve yüzüm paramparça oluyor gibiydi. O soğukta, ki en önemlisi sırtımızda ki 15 kiloluk belki daha fazla ağırlıkta ki çantalarla bu dik, patika yolu çıkmayı göze alamıyorduk. Haksız değildik, özellikle benim sırt çantamda; güneşin batışı-doğuşunu da hesaba katarak, tepede geçireceğimiz en azından bir gece için yeterli miktarda yiyecek eşyası ve 2 şişe şarap vardı. Beklemeye koyulduk yine ama şanslıydık ki daha on dakika geçmeden bir araç geldi ve bizi aldı. Patika yolu izlemeyip, normal yoldan seyre dalacağımız için mesafe neredeyse 15 km.'ye çıkacaktı ve bu araç bizi, tepeye 9 kilometre öncesinde bırakacaktı. İşin iyi tarafıysa böylece tepeye giden, güneyde kuzeye istikametli ana yola çıkmış olacağımız ve otostop şansımızın iki veya belki daha fazla kat artacak olmasıydı. Arabadakilerin daha ileri gitmiyor olmalarının sebebiyse, bizi bırakacakları yerde yapımı devam eden bir motelin inşaatında çalışıyor olmalarıydı. Vardık oraya da ve bizi indirdiler, tekrar yürümeye başladık ve kilit taşlarıyla örülü kilometrelerce uzunlukta ki ana yola çıktık -üstte ki resme bakabilirsiniz!.- Artık umutla tepeye doğru yürüyor ve birazdan birileri gelip bizi alacak diye umuyorduk. Olmadı, ne yazık ki onlarca kiloluk çantalarımızla yürüdüğümüz o dört kilometre boyunca hiç bir araç gelmedi ve pekte gelecek gibi görünmüyordu. Şanslıydık ki artık hava durumu o kadar kötü değildi. Evet hala bulutlar bazen beyazlıktan koyu grilere hatta siyaha kaçabiliyor ve sanki birazdan yağmuru bırakacak gibi duruyordu ama herhangi bir yağış olmuyordu. 4 kilometre geldikten sonra bu defa yol sola doğru çok genişçe bir dönüş yapıyor, önce küçük bir tepenin etrafından dolanıp, sağ tarafımızda ve sanki en fazla bir kilometre kalmış gibi görünen dik yamacın bitiminde ki tümülüse varıyordu. Bu noktada da artık durup düşünmeye başladık; "en fazla üç-dört kilometre yürüdük ve geriye hiç yoktan beş-altı kilometre kalıyor. Hem yolda hafif hafifte olsa dikleşecek ve belki bu yükle ayrıca yorgunluktan ötürü bu yolun sonunu getiremeyeceğiz. Niye bu uzun yolu izlemek yerine, şurada ki patika yolu takip etmiyoruz? Sadece biraz ötede de yamaç biraz fazla dikleşiyor ama orayı tırmandık mı herhalde geriye bir şey kalmayacak. Hem daha erken varmış oluruz tepeye ?!"  ama hayır, o kadar kolay değildi.(2) Durduğumuz noktadan baktığımız gibi tepe, en fazla 30-40 dakikamızı alacak bir mesafede değildi. Tümülüsün hemen dibine kurulmuş dinlenme tesisine varışımız neredeyse 2-3 saatimizi aldı. O dik yamaç boyunca sırtımızda ki çantalarla tırmanmak ve aslında hepsinden önemlisi bunu yapabileceğimize inanmamız; yaptığımız en büyük hataydı ama olan olmuş ve saatler sonra, sert  ve keskin esen rüzgara rağmen üstümüzde ki her şeyi terden ötürü çıkarmış ve gerçekten ölmüş bir halde dinlenme tesisine varmıştık. Oraya vardığımızda ise bize gözleri yuvalarından çıkmış, afallamış halde bakan insanlar karşılamıştı; "siz, buraya tırmanarak mı geldiniz?!"

  Evet, sonunda her ne pahasına olursa olsun o tepeye çıkmış ve gözün ufku seçmekte zorlandığı o yerde, önce boğazımı temizlemiş ve sonra deliler gibi boşluğa doğru çığlık atmıştım. Herhalde; Kommagene Kralı Antiochos ve tüm bu dev heykelleri oraya taşıyan işçilerden-kölelerden sonra  o tepenin tadına; özellikle yağlı butları ve eli deklanşörden kalkmayan emekli turist yığınlarından çok biz varmıştık ve daha anlamlı bir gezi yapmıştık o dinsel noktaya...

+not: o kadar vakit ve emek harcayıp çıktığımız tepede en fazla 30 dakika geçirdik ve geri dönüş yolu da yine kilometrelerce süren yürüyüşler, bekleyişler ve elbette "sittir ulen! madem paran yok, ne diye buraya; allahın unuttuğu, insanının para göz olduğu bu yere gelirsin." serzenişleriyle doluydu ama ne olursa olsun her şeye değmişti. Aslında dönüşümüzde öğleden sonraya denk gelmiş ve bir kaç tane bireysel -kendi araçlarıyla- gelen turist vardı ama hiç biri bizi almayı kabul etmedi, edenler ise yine tur şirketi araçları oldu ama bu defa artan yol mesafesi sebebiyle 60-70 TL isteyenlerdi. Tüm bunlardan sonraysa doğunun incisine, Van'a, doğru yaptığımız geziye kaldığı yerden devam ettik ve daha nice güzel anılar yaşadık...  

+kaynaklar:
  1. İspanyada bulunan mevzu bahis şehir; Sevilla
  2. İspanya'da ki en güzel anılarımın geçtiği müziğin, edebiyatın, sanatın, dostların meydanı; Alameda de Hercules
  3. Che'nin ve sıkı dostu Alberto'nun 'Güney Amerika' boyunca yaptıkları gezinin filmi; Motorcycle Diaries 
  4. İspanya'ya, Endülüs'e, Sevilla'ya ama en önemlisi Alameda de Hercules'a gitmemi sağlayan program; Erasmus
  5. Beat akımının öncüllerinden Kerouac'ın muhteşem gezisinin kitabı; Yolda
  6. Gezginler için tasarlanmış olan; en önemli özelliği konaklama ve daha sonra rehberlik olan ve daha nice başka faydalarına denk geldiğim misafirperverlik ağı; CouchSurfing
  7. Dostum Alex'in CS profili; buradan lütfen!
  8. Gezi-yorum'da Nemrut Dağı
  9. (1), (2) Mevzu bahis mühim noktalara, izlediğimiz rota dair harita ve resim

8 Şubat 2012 Çarşamba

Howl, Allen Ginsberg ve Beat Generation







 Kerouac, Ginsberg, Orlovsky, Orlovsky, Corso '56
 1950'li yıllar ve İkinci Dünya Savaşının hemen ardı sıra başlayan Soğuk Savaştan çıkmış bir Amerika ve o ülkenin toplumu. Artık hayat belirli düzenler, kurallara göre idame edilecek ve her hareketin bir sınırı olacak. Böylesi bir ortamda, çoğu Harvard'da okumuş -kimisi mezun olmuş, kimisi olamamış- bir grup arkadaşın öncülüğünde "Beat Kuşağı" denen bir akım başlayacaktır.

 Kuşağın elemanlarında ki tipik özellikler; otostopla ülkeyi dolaşarak, caz müzik dinleyerek, başkalarının hayatlarına karışmayarak ve uyuşturucu maddeler kullanarak yaşamaktır. Aynı zamanda bulundukları ortama has çiçek çocuk olgusu ile yetişmişlikleri, yani özgürlükçü; tutuculuğa, baskıya, savaşa, faşizme karşı; doğu inanışlarına, budizme dönük ve azınlık haklarını savunan bir düşünce sistemine sahipler.






  Ve işte bu dönemde, bu kuşağın manifestosu olarak bilinen 'Howl' (Uluma) şiiri, 1956 yılında Allen Ginsberg  tarafından kaleme alınır. Neredeyse tamamen bu şiire, şiir yayınlandıktan sonra ki sürece (sansür, yasaklama, yargılama vb.) ve elbette Ginsberg'e odaklanan 'Howl' filminde ise Ginsberg, başyapıtı hakkında şunları söylemektedir; "Uluma'yı aslında Jack için yazdım." ve şiir başlarken, 'Carl Solomon için ithaf edilmiştir' diye bir ibare yer alır. Solomon, Ginsberg'in psikolojik bir buhran içinde ki annesi ile aynı pskiyatrı kliniğin de tanıştığı bir akıl hastasıdır. Şiir Amerika'da liselerde şiir antolojilerinde yer alırken, aynı zamanda müstehcenlikten ötürü sansüre tabii tutuluyor ve yayımının iptal edilmesi bile söz konusu olabiliyor. Howl şiiri, bir çok insan için, birden fazla anlamlara bürünüyor, kanatlanıyor, bağırıyor. Her bir dizesi bir nevi gökkuşağı rengi görevini üstleniyor ve okuyucu tarafından ayrı ayrı tatlarda damıtılıyor ama herkes ve herşey için bir ortak noktası olacaktır ki; Howl dünya şiiri için bir kilometre taşıtır ve her zaman öyle kalacaktır...




Naked Lunch by Howard Shore and Ornette Coleman on Grooveshark

Like It Is by Yusef Lateef on Grooveshark

Time After Time by Miles Davis on Grooveshark


+ okuma için müzik tavsiyeleridir, kişisel zevktir. 

Howl, Allen Ginsberg
Carl Solomon için 
Howl by JaraRow @Devianart
I
gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini, 
zenci sokakların şafağında gördüm onları bozuk kafalarıyla mal ararken, 
gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan melek kafalı hipsterler, 
yoksulluk ve paçavralar ve sahte gözlerle şehirlerin üstünde yüzen sıcak suyu olmayan ucuz odaların doğa üstü karanlığında yükseğe doğrulup sigara içerken jazzı seyredenler, 
Yaradan’ın cennetinde zihinleri apaçık olanlar aydınlatılmış ucuz çatı katlarında ve yeraltlarında Muhammed’in dolaşaduran meleklerini görenler, 
Arkansas ve Blake-ışığı trajedisi arasından parlak ifadesiz halüsinatif gözlerle bilgi savaşının üniversitelerinden geçip gidenler, 
akademilerden delilik ve ahlaksızlığa düzdükleri methiyeleri kafatası üzerindeki pencerelerde yayınladıkları için tekmeyi yiyenler, 
parasını çöp sepetlerinde yakarak ve dehşeti duvardan dinleyerek tıraşsız odalarda don gömlek sinenler, 

Okumalar: Pippin IV'ün Kısa Süren Saltanatı ve Silifke

Belki bir veya bir buçuk ay önce çıkmıştım yola. Türkiye'nin bir ucundan -İzmir-, diğer bir ucuna -Van- yapmakta olduğum bir geziydi bu. Antalya'dan ayrıldıktan sonra, tekrar sihirli parmağı havaya kaldırmış ve doğuya doğru yapmış olduğum otostop macerasının Silifke durağına varmıştım. Gün boyu yapılan yolculuğa istinaden vücut yorgunluk göstermiş ve bende geceyi geçirmek için Silifke'nin bir parkından diğer parkına gidiyordum. Amacım herhangi bir sorun yaşamadan, kimsenin bana problem çıkarmayacağı bir noktada uyku tulumuma girip, deliksiz bir uyku çekmekti. Lâkin şehir o kadar kalabalıktı ki, tüm parklar halk tarafından istila edilmiş ve benim rahat edeceğim her nokta zapt edilmişti. Sonunda Silifke Devlet Hastanesine gittim. Zira vardığım şehirlerde geceyi geçirecek bir park bulamazsam, B planı görevi gören hastanelere uğrardım ve her zaman orada bu günübirlik konaklamaya uygun bir şeyler olurdu. Hastane binası ile hastane personeline tahsis edilmiş binanın arasında kalan küçük bir yeşillik alan ve oraya yerleştirilmiş tahta masalar gözüme çarpmış ve bende hızlıca; az ışık alan bu loş noktaya doğru gitmiş, koca çantayı sırtımdan indirmiştim. Dakikalar sonra ise çıkardığım kara kaplı -yol- defterime, bir süre önce bitirmiş olduğum, Steinbeck'in "Pippin IV'ün Kısa Süren Saltanatı" isimli kitabı hakkında şunları yazıyordum:

 Beyhude, alelade bir adamın ve onun bu toplumda asla yaşam bulmayacak fikirleri, amaçları ve uğraşılarını yazmış sevgili Steinbeck.
 Bir gün ahırdan bozma evinde otururken Pippin, hobilerinden ziyade bir mesleki uğraş haline gelmiş olan gök bilimi ilgisiyle ve bir kaç dönümlük üzüm bağından elde ettiği gelirlerle; çok basit, her orta sınıf fransızın yaşam şartlarına sahipti. Lakin günlerden bir gün, adamın biri kapısını çalar ve "komite tarafından kral seçildiniz" der. Hikayenin bundan sonrası; illa ki olması gereken bir sosyal devlet anlayışına sahip fransayı kurmak isteyen Kral Pippin IV ile menfaatleri, çıkarları doğrultusunda tüm yasa ve kanunları kendilerine göre ayarlayan asil-yönetici takımının arasında geçen trajikomik vakalar bütünüdür. Kral halkın iyiliği, fazileti için uğraş verirken, yönetici takımı kralı bir piyon gibi kullanmak ister.
 Roman o kadar çok gerçekle bezenmiş ki, günümüzün tüm kirli siyasetleri burada açık seçik görülüyor ve tüm dünya halklarına ve sistemlerine has "iyiler hep kaybeder" olgusu gülünç bir şekilde tekrar vuku buluyor. Kitap kurgusu, modern çağa yakın tarihlerde geçiyor olması, karakteri ve elbette mekanı ile muhteşem bir bütünlük kazanmış. Kitap boyunca bir çok anlamlı cümle-pasaj geçiyor ama aralarında ki en manidar olanı, böyle bir kişiliği ve ütopyası olan kahramanımız Pippin'in söylemiş olduğu; "bir kral giyotine gidecekse, bunu hak etmeli" deyişidir.

kitap için buyrun: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=37417

6 Şubat 2012 Pazartesi

asîngiranî


..ezmanê, ezmanê
ba lêxe, rake desmalê
ez bûme mîna guleke li nav çolê
mame tenê di nava zivistanê de
bêje xortê serê çiyan tu dizanî
xerîbiyê lo malo!..

/
..gökyüzü, gökyüzü
rüzgar vursun, uçsun mendil.
ıssızlığın içinde bir gülüm
kaldım kışın ortasında
ey dağ başındaki genç,
yalnızlığın ne olduğunu bir sen bilirsin..

@ Hakkari, Ekim 7, 2010
> Canon EOS 350D, f/13, 1/250sn. 48mm

De Bile Beto by kardeþ türküler on Grooveshark




31 Ocak 2012 Salı

“dedi kuzgun; birdahaasla..”

1800′lü yılların Amerikasın da yaşamış olan ve bulunduğu despot ortamdan sıyrılıp kendine has dünyasını yaratan, yazar, şair bir kişiliktir kendisi.

taros @ deviantart.com
Üstad Poe, Kuzgun şiirini 1845 yılından yazdıktan sonra gotik edebiyatın vazgeçilmez baş yapıtlarından birini yaratmış oldu. Ölümüne kadar maddi/manevi olarak huzur bulamasa da, öldükten sonra özellikle ‘Kuzgun’ şiiri başta olmak üzere, bütün eserleri tüm dünya tarafından benimsendi ve halen ‘Kuzgun’ şiiri, yazın edebiyatının en mühim eserlerinden biri olarak sayılmaktadır.


-şiirden bir pasaj;

“.. Ama kuzgun hala döndürüyordu hayalimi gülümsemeye;Oturdum kuşun, büstün, kapının önündeki koltuğun üstüne;Gömüldükçe kadife yastığın içine, gömüldüm hayalden hayale,Düşündüm geçmişten gelen bu uğursuz kuşu;Geçmişten gelen bu zalim, tuhaf, korkunç, sıkıcı, uğursuz kuşu.O tekrarladı ilençli sesiyle, “Birdahaasla! ..”