8 Mart 2016 Salı

+ 8 Mart: Mükemmel Kadınlar

                                                                                                               Florida @ 24th St in San Francisco, Ca @streetartsf.com

   Pek çok sevdiğim Fransız filmi, Michel Leclerc'in 2010 yılı muhteşem yapıtı 'Le Nom des Gens'in onyedinci dakikalarında, esas oğlanımız Arthur'un kişisel tarih duraklarından birine gideriz. Okulun bahçesinde duran plaketin huzurunda, öğretmen vefa borcunun manasını sorar. Bunun üzerine öğrencilerden biri, sürgün edilmiş/öldürülmüş Yahudi çocuklarına atfen "Savaşta ölenleri anmamız gerekir" der. Her ne kadar Arthur'un başka başka hassasiyetleri olsa da, bu mevzuya dair ettiği şu cümle bilfiil özümseyip icra etmemiz gereken bir tavrın özeti olur;

  ".. peki neden sadece ölümleri anıyoruz? Öldürüldüğümü düşünseydim, her gün bu düşünceden, ne kadar korkunç bir şey olduğundan kurtulmak isterdim. .. Bence mesela o çocukların ilk kez krem şanti yedikleri günü anmalıyız." 

                                                                                                                                                  Le nom des gens


  Nitekim 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde makaleme konu olan Jessica Sabogal'da aynı tavrı takınır. Yakın arkadaşıyla çıktığı Bogotá, Kolombiya yolculuğunda 'Hayattan Büyük' * bir misyonu göğüsler. Derdi ata dogdugu topraklarinda ki kadınların savaşımına bir güzellemedir. Böylelikle bir Ağustos günü "Kadınlar Mükemmeldir" projesi başlamış olur ve 49 yıl süren Kolombiya iç savaşından [1] en çok etkilenen kadınlar için şu kelimeleri söyler;

  "Kadınlar, yerliler hep verdikleri mücadeleyle, gördükleri şiddetle resmediliyorlar. Ben onları mutluyken göstermek istiyorum."


  •   Devrimci ve güçlü, cesur ve güzel
  Eserlerinde ki çarklardır bunlar ve bir sprey kutusuyla duyduğu, yaşadığı, mücadelesini verdiği ve sevdiği hikayeleri resmeder tuvallere, duvarlara. Kolombiya-Amerika'lı kadın grafiti sanatçısı Jessica Sabogal henüz küçük yaşlarda abisinin de etkisiyle duvar boyamaya ilgi duymaya başlar. Kolombiya göçmeni ailesine her ne kadar büyüdüğünde bir sanatçı olmak istediğini söylese de, zorlu koşulların toprak ve zamanlarından göçen ebeveynlerinin isteği doktorluk ve avukatlıktır. Siyaset bilimleri alanından mezun olduktan sonra, güçlü-politik mesajlarla dolu Shepard Fairey ve Banksy'nin çalışmalarından aldığı hazla hep içinde yaşattığı tutkusuna yönelir. Nitekim ilk stensil çalışmasının hemen ardından ileride başlığı "Women are perfect" olacak projesine başlamış olur. Projeyi şöyle açıklar Sabogal; "Mükemmellik kavramı bir sonuç değil, kadınların zaten sahip oldukları bir şeydir. ... [proje] kadınlara yöneliktir, bilhassa temsiliyeti olmayan-görünmeyen kadınlara."


  Böylece bugün, bizden binlerce kilometre ötede ki Sabogal'ın 'dayanışma, umut ve esriklikler dolu sprey kutusu' ile selamlarım tüm kadınlarımızı.

sevgilerle!

+dipnot:
  • jessicasabogal.com; sanatçının bilimum eserini görüntüleyin, kendi özmetnini okuyun.
  • San Fransisco Eyalet Üniversitesi yayını Xpress'in sanatçı ile ropörtajı için buradan!
  • Yine kadınlara yönelmiş bir sayfa olan ToastMeetsJam'de yer alan, sanatçının 'The Single Diaries' isimli günlüğünün kaydına ulaşmak için buradan!
[1] bkz; Kolombiya çatışmaları @wiki-TR

* Makale yazılırken sevgiliye 'bigger-than-life' deyimi için Türkçe ne yazsam diye sorulur, gelen cevapta gençlik hatırası bir ekibin bir o kadar hatırat olmuş icrası izlek gösterilir. Her ne kadar icra isminde bir küçük unutkanlık vuku bulsada, sırada ki parça 'O güzel kadına' ve bir o kadar güzel hatıralarına gelsin...


17 Şubat 2016 Çarşamba

+MüZiK: iki nehrin adamı ElSaffar veyahut bir çok-kültür şeysi...

foto: Michael Crommett



İştar; 
             İştar'ın başkaca adları arasında Astarte, Aştoret, Artemis, İsis, Venüs, Kibele gibi çeşitli adlar bulunur..*
  
  Iraklı göçmen bir baba ve Amerikalı bir annenin çocuğu trompetçi Amir ElSaffar, 1977 yılında Birleşik Devletlerin Şikago kentinde doğar. Genç yaşta, öyle ki henüz beşinde müzikle haşır neşir olan bu garip adamın yaşamı herdem cazın ve trompetin kıyılarında süregitmiş. Nitekim bugün Columbia Üniversitesinde Orta Doğu Müziği Topluluğunun direktörlüğünü ifa etmektedir. Bilhassa ses rengiyle de gönüllere taht kuran Arap coğrafyasının iki nehri boyunca uzanan toprakların elçisi, modern toplumun ne demek olduğunu bir daha irdelemek adına en güzel örneği teşkil etmektedir.


  
  Mevzu insan evladının keşfi ironik bir zaman diliminde, medeniyetin doğum sancılarını çok zaman önce üzerinden atıp bilfiil kana ve acıya teslim eden coğrafyanın bir başka kanlı gecesinde vuku buldu. Elektronik cihazın ağzından süzülen ses aralıkları, bendeniz trompet severi önce çalkalamış ve akabinde tüm bu kahır dolu gecelerin efendilerine belki lanet olur diye semaya yayıldı. Nitekim ElSaffar'ın ilk dinlediğim kaydı 2013 tarihli Alchemy albümünden "Ishtarum" isimli parçası oldu. Özellikle albümün ElSaffar külliyatında önemli bir yeri vardır zira son çalışması ile Orta Doğu müziğinin tonal ses sistemlerini caz eliyle irdelediği bir albümdür. Albüm boyunca en iyi yaptığı işte mikrotonal ve makamları bilimum icralara serpmek olmuştur. Beni kendisi ile tanıştıran icranın oluşumu ise İÖ. 1750 yıllarına dayanan ve bir tabletten okunan Sümer/Babil formunun yeni bir okumasından hayat bulur. 








Ishtarum
Amir ElSaffar
Alchemy
2013 - Pi Recordings - ElSaffar


  Amir'i ölümlerin sadeleştiği, acının atmosferik bir önem arz ettiği bugünün son deminde dinlerken, Tanrılardan Kader Tabletlerini çalan aslan başlı Anzu düştü zihnime. Kim bilir Anzu'nun yarım bıraktığını, bakırdan yapılma mitolojik borusuyla bir müzisyen yapar...

* bkz; İştar @ wiki-TR

+ Dinle: 




7 Şubat 2016 Pazar

+ Diken: Distopik amma pek bildik!

Moisson Des Illusions, Wojciech Siudmak via wikiart

* Aşağıda okuyacağınız metin, medyanın dikeni olmaya şiar edinmiş bir internet gazetesinin <03/02/2016 12:36> zamanlı köşe yazısından alıntılanmıştır. 

 – Ülkenin en üst makamına gelen X; örgütleri, siyasi partileri ve belediyeleri kendi liderliği altında toplanmaya zorlayan toplu bir ‘senkronizasyon’ politikasına girişti. Kültür, ekonomi, eğitim ve hukuk, kontrolü altına girdi.

– X’in partisi Y, ülkede izin verilen tek siyasi parti olmuştu. Parlamento, diktatörlüğe doğrudan onay veren bir kurum hâline gelmişti. X’in iradesi, hükümet siyasetinin temeli olmuştu.

– Hükümet kadrolarına Y parti üyelerinin atanması ile X’in devlet yetkilileri üzerindeki otoritesi arttı. Y partisinin liderlik ilkesine göre, otorite yukarıdan aşağı doğruydu. Ve hiyerarşinin her düzeyinde üstüne mutlak itaat esastı. Kısacası X, ülkenin tek adamıydı.

– Temel özgürlükler ortadan kaldırıldı ve ırkçı, otoriter fikirlerle bir ‘halk’ topluluğu yaratmaya girişildi. Teorik olarak, ‘halk’ topluluğu tüm sosyal sınıfları ve bölgeleri, lider X’in ardında birleştiriyordu. Gerçekte ülke, hızla bireylerin keyfi tutuklamalara ve hapis cezalarına maruz kaldığı bir polis devletine dönüştü.

– Demokrasiye son verip, ülkeyi tek parti diktatörlüğüne dönüştürmeyi başaran X, halkın sadakati ve işbirliğini kazanmak için geniş çaplı bir propaganda harekâtı başlattı.

– Gazete, dergi, kitap, halk mitingi ve toplantısı, sanat, müzik, sinema ve radyo gibi her türlü iletişim aracının kontrolünü ele geçirdi. Herhangi bir şekilde Y inançlarına ya da rejime karşı tehdit oluşturan görüşler, sansüre uğradı ya da tüm medyadan kaldırıldı.

Aman Tanrım! Yoksa bu yazılanlar, adı R ile başlayan bir kişinin, A ile başlayan partisinin yönetiminde, T ile başlayan ülkesinde mi olmuş?

Korkmayın canım, rahatlıkla bakın aynanıza! Cumhurbaşkanınızın açıkça örnek gösterdiği 1933 Hitler Almanyası’nın anlatımı bu sadece…

* Mehveş Evin'in diken.com.tr'de yayınlanan "Ayna, ayna! Söyle Başbakan’a, kaç çocuğun kanı ellerinde?" başlıklı yazısı için şöyle buyrun..

23 Ocak 2016 Cumartesi

+ sidik yarışı

  ve elbette bu topraklarda alışagelmiş bir sidik yarışıdır bu! lafta sidik, vicdanda sidik, sözde sidik, ölümde sidik, hakta sidik, eylemde sidik, mazlumlukta sidik, yaşayışta sidik..

  öylesine çok ayrımlara tabi tutulabilecek bir sidik yarıştır ki bu, her biten cümlenin sonunda yegane sonuç 'biz ve siz' temelleri üzerine kuruludur. Milenyuma girerken topraklarda çoğul bir kitle üzerinde yükselen 'umut' dalgası nitekim pek kısa bir zamanda, aslında erkler ve tebalarının hala ve hala şiarlarının 'sidik yarışı' ile terbiye edildiği gerçeğiydi. geçen zaman diliminde mazlum addedilen kesimlerden biri deyim yerindeyse -stratejik- bir kaç hareket ile götü kurtardı ama geri kalanlaran hepsi yine aynı çamurda tebelenmeye devam etti, ediyor.
ve elbette bugün hala dilimize katamadığımız değer "vicdan" oldu. nitekim sidik yarışı yine öylesine bir kubbe haline geldi ki, her bir ölümün arkasından "benim ölülerim", her bir haksızlığın akabinde "benim yaşadıklarım", her bir -olumlu ve/ya olumsuz- eylemin ardı sıra "benim yaptıklarım" dillendiriliyor. daha dün dokuzuncu yılını karanlığın zaferiyle taçlandırmayı başaran dink davasının sonrasında, dili pek bir radikal akit zihniyeti yine sidik yarışına tutunup bilfiil şu tümceleri bilimum ağında yayınlamaktan geri durmadı: "İbne, Ermeni, Hrant, Tahir Elçi olmak için her fırsatı değerlendirdiler, ama sıra 'müslüman olma'ya gelince...[yoktular]"

  ve ne acıdır ki hala yapamadıklarımız için yaptık denmekte, yapabildiklerimiz için yapmadık denebiliyor bu ülkede; bakınız çoğulcu bir yönetimin sadece hayali olduğu memleketimizde istisnasız her bir yönetim (sivil ve hatta askeri) istikrarlı bir şekilde "herkes"i kapsar bir yapıda olduğunu iddia edebilmekte ve aynı zamanda küçük bir çocuğunun herhangi bir hakkından önce yaşam hakkının elinden alındığı gerçeğine ise "yo, yo! efendim, hiçte öyle yapmadık" diye savurmaktayız. belki damarlarımızda ki asil kana o kadar çok sidik bulaşmış ki sözgelimi herhangi bir insanı bütünleşiğin [baba-anne, öğretmen-öğrenci, iki arkadaş, bir kumru çift, patron-işçi,hükümet-vatandaş vb.] her anında yine "ben yaptım, sen yapmadın" veya karşıt vurgusu vuku biliyor. elzem olanın karşı ile fikrini bir potada eritip, kısacık ömürlerimizde bir ortaklık yaratmak olması gerekirken elbette tam tersi istikamette olunabilecek en kuvvetli çarpışmada ilerleyebiliyoruz. son tahlilde karşımıza çıkan tablo medeniyetin beşiği coğrafyada sadece acı, gözyaşı ve ölüm üçgeni oluyor.

  evet, daha çok üzülüp daha çok ağlayacağız; çünkü biz fanilerin bilhassa bu zaman diliminde en iyi yapabildiği şeylerden biri sidik yarışı olmakta...

11 Ocak 2016 Pazartesi

+ Vidyo: Kül olmasından iyidir! *


  ve ülkenin kanayan yarası tekrar ama daha kuvvetli bir şekilde yarıldı. Zira bu defa savaş bilfiil şehirlere, sivillere, yaşamda değmediği en küçük zerrelere kadar indi. Gün olmuyor ülkenin doğusundan ölüm, haksızlık, acı, gözyaşı haberleri gelmesin. Nitekim insanlar da tekrar ama daha kuvvetli bir şekilde sarıldı barışa! Zira bu defa savaş bilfiil bitirilmek ve artık gelecek günler metin boyutunda büyüyüp huzura erişmek zorunda...

"Ivan Karamazov, her şey bir yana, çocukların ölümünü düşündükçe evrene geliş biletini iade etmek istediğini söyler. Ama iade etmez. Böyle yapmaktansa savaşmayı ve sevmeyi sürdürür; sürdürmeyi sürdürür."
New York, Ocak 1981, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, Marshall Berman

  Yakın zamanda ülkemizde, Barış Meclisi'nin düzenlediği "Çözüm Süreci ve Krizi Aşmanın İmkânları"(1) konferansına katılan ve birçok ülkede mevcut savaşların sona erdirip, yerine müzakere ve neticesinde daimi barış getirilmesini sağlamak adına girişimlerde ve danışmanlıkta bulunan Vicenç Fisas'ı ağırladık.(2) IMC Tv'den Zekine Türkeri'nin yaptığı röportajında, daha önce Agora Kitaplığında yayınlanan "Dünyada Barış Süreçleri"(3) isimli kitabıyla Türkiye'nin 'Barışı'nı var edebilmek için neler yapılması gerektiğine dair fikirlerine başvurduğumuz akademisyeni tekrar dinlemekte fayda var. Zira röportaj boyunca bilhassa altını vurguladığı 'müzakere', 'mevcut sorunun devlet tarafından kabul görmesi', 'her iki tarafın kullandığı dile dikkat etmesi; kelimelerin silahsızlaştırılması', 'çözümün karşısında duran toplumsal engelin aşılması' ve 'süreçte son aşama addedilmesi gerekli olan silahların gömülmesinin oluşu' gibi tecrübelerini bizlere aktarıyor ve bir barışın pedagojisini ve/ya ipuçlarını aşikar bir şekilde çiziyor.

  evet, yine çok zor zamanlardan geçiyoruz; üzülüyoruz, nefret doluyoruz, ağlıyoruz, ölüyoruz ama tüm bu acıların son bulması için gerekli olan tek şey yine barış; katıksız, amansız ve salt özgürlükler değil sosyal/ekonomik hakların tüm topluma mal edildiği bir çözüm...

* Henüz röportajın girişinde Zekine Türkire şöyle bir tanımda bulunuyor; ".. ülkede bir çözüm süreci vardı ama yaşanan son olaylardan sonra Erdoğan tarafından 'buzdolabına kaldırıldığı' söylendi ama şimdi görülen o ki aslında derin dondurucuya kaldırılmış" ve Vicenç Fisas'ın cevabı "Neyse ki yanıp kül olmamış, dolapta olan çıkarılıp çözülür ama kül olan kaybolur." olur.

** Röportajın tamamı için tıklayınız..

(1) İlgili konferansın ilgili duyuru haberi için bkz; T24
(2) Kendisininde dahil olduğu Barselona Otonom Üni., Barış Kültürü Okuluna ulaşmak için bkz; ECP
(3) Kitapa ulaşmak için bkz; Kitapyurdu

+ Ayrıca konferans sonrası yapılan haber ve söyleşiler için bkz; BirGün, Cumhuriyet, SolBakış