Evet o sadece mavi bir ayı: Her şeyle dalga geçen, cümlesinde en az iki hakaret tabiri içeren kurgusal bir seçim adayı bir mavi ayı. Aslıda yola çıkışı salt bir komedi karakteridir fakat kızışan seçim döneminde ki nokta atışı yorumlarına kattığı mizahıyla seçmenlerin ilgisi çekmiş ve akabinde seçim yarışında ikinci en çok oyu alan bağımsız bir politikacı olmuştur. İngiliz Channel4'ün 2011 yılında yayına soktuğu, yapımcılığını Charlie Broker'ın yaptığı 'Black Mirror' dizisi için şu cümleler tam olarak nasıl bir yapıtta karşı karşıya olduğumuzu anlamamız için gayet yeterli;
Teknoloji-toplum ilişkisine dair alacakaranlık kuşağı tadında altı hikâyeden oluşan ve günümüze ilişkin keskin saptamalarda bulunan İngiliz mini dizisi [1] Black Mirror'ün takdire şayan bölümlerinden biridir "Waldo Moment."
'Gelecek Bozuktur' şiarıyla yola çıkan Black Mirror dizisinin her bölümünde toplumsal yaşantımızda artık iyice yer edinmiş teknolojinin, pratiklerimizde bizleri nasıl etkilendiğini gösteriyor. Bu minvalde tekno-insan örnekleminin son halkası olan ikinci sezon final bölümünde, komedyenlik kariyeri başarısızlıkla sonuçlanan Jamie'nin depresif ruh halleri ve yönettiği anarşik ayıcık Waldo ile tanışıyoruz. Geceyarısı talk şov programının yeni fenomeni Waldo, yapım ekibinin bir beyin fırtınası sırasında aldığı 'o halde Waldo'yu seçimlere sokalım' kararıyla bir yandan insanı diğer yandan politikanın tüm iğrençliklerini gösteriyor bize. Hicivleriyle seçim yarışında ki tüm rakiplerini yerin dibine sokan Waldo -veya onu kontrol eden Jamie- bölge seçmenlerinin gönlünü kazanıp, politikacının ve politikanın kendisinin iki yüzlülüğünü tartışma programlarında küfürleri ve mizahi diliyle sergilerken, seçimlere İşçi Partisinden aday olan muazzam çekici hanfendi Gwendolyn'e gönlünü kaptırıyor. Bir yandan Waldo olarak seçimlerde iddialı bir adayı oynarken, gerçek yaşamında ki yalnızlığı ve tonlarında ancak huzuru bulduğu kişiyi de kaybetmemek için geri adım adıyor. Lakin tabi ki iş işden geçmiştir. Siyah zeminde yukarı doğru kaymakta olan yazıların hemen bitiminde tekrar karşımıza çıkan Jamie, muhtemelen pek bir uzak gelecekte yarattığı karakterin küresel bir figür oluşuna şahit oluyor ve kıvrıldığı köprünün altından geleceğin çöpcü-polisleri tarafından def ediliyor. Güzel bir dizi, daha da güzel bir bölüm. Vaktiniz olursa izleyin. Tavsiyemdir, vesselam. [1] Altyazı dergi.
"the government simulacra are simply mobile machines that creep about on an airless surface where no humans could exist."
bir claracanderan çalışmasıdır.
Eğer müzikal esrikliklerim/iz son tahlilde PKD'nin Simulakra'sında ki gibi, yalnızca toplumu hipnoz eden araçlardan biri olmadığı sürece, suratımızda tarifsiz hazlar mimiklerine daha fazla yer vermekte yarar var.
Memleket gündemi sayısız acı ve haksızlıklarla yanıp tutuşurken, hemen yanı başımızda muazzam bir katliam süregidiyor. Bir yandan boy boy seçim afişleri, diğer yandan uzayan ölüler listesi. Gezegen sayısız badirelere yaşayadursun; geçmiş ve an düzleminde, birbirinden kilometrelerce uzak mekanlarda; insanoğlunun en büyük tesellisi olan müzik, yine birbirinden farklı onlarca insan tarafından icra edilmeye devam ediyor.
Kurguyu gerçekle yeğ tutmanın elbette pek bir mantığı yok ama kurgunun gerçeğin bir yansıması olduğu da inkar edilemez. Netice de Simulakra'yı bitirip sağıma soluma bakarken -ki fena afallamıştım; hem böylesi distopik bir bilimkurguyu okumayalı çok olmuştu, hemde ruhları bu kadar tedirgin ederken esrikliğin metin boyutunu yükselten bir yapıta denk gelmiştim- aklımda hala sanat yoluyla kitlesel kontrolün türevlerine dair fikriyat zigzagları dönüyordu. Kitapta, insanlar komünlerde belirli rutinlerini yerine getirirken -ki bu üretimin devamını geitrme eksenindedir- ruhsal dinginliği yedi/yirmidört yayında olan ve belgeselinden bilimine, sanatından kültürüne türlü bilgiyi Nicole'ün dilinden insanlara aktaran televizyon kanalıdır. PKD'nin postmodern teknokültür teorilerine cuk diye oturan yapıtında, dikkatimi en çok çeken -elbette düşündüren- mevzu "müzik" oluyordu. Böylece şehir cangılında kulağımda müziğimle dolaşadururken, ister istemez "ya yabanileşen hem cinslerimi daha fazla görmemek için beynimi ve algımı salt notalarla tıkıyorsam?" sorusu çıktı karşıma. Biraz tedirgin oldum, evet! ama yine de durumu kontrol edebiliriz, biliyorum.
Cliff Roberts: The First Book Of Jazz
İş bu vesile ile son günlerin, bilumum cihazlarımda dönmekte olan şarkılardan küçük bir kesit aşağıdadır;
Nice övgüyü hak eden Brad Shepik'i ilk defa geçen yıl dinlemiştim. Güney kentinde ellerimizde biralar, kulağımızda ortak dilin mahsüllerinden; yine terimin orijinalini albüm ismi alan ve saksafonda Peter Epstein, perküsyonda Matt Kilmer'ın olduğu "Lingua Franca" albümü aracılığıyla tanışmıştım kendisiyle.[1] Albümü ilk defa dinledikten sonra ister isteremez asıl dikkatimi çeken Peter Epstein ve kadife tonlarda saksafon performanslarıydı. Ta ki bu yıl Brad Shepik'in dahil olduğu nice projeyi ardı ardına keşfedip, tekrar ama daha sıkı bir şekilde "Brad, Şepik" diyene kadar...
Bu defa karşıma çıkan sima -artık mevzu çehreyi daha dikkatli inceliyordum- bir müzik seyyahıydı. Aslen Seattle'lı olan ve '90larda New York'un meşhur downtown bölgesine* gelen Şepik, gitarında ki tınılar belirginleştikçe; yavaşca kıta avrupasına, balkanlara ve uzak doğuya yönelmeye başladı. Artık ülke ülke geziyor, müzisyenlerle tanışıyor, jam'ler yapıyor ve gezdiği coğrafyaların müzikal zenginliklerini her projesine dahil ediyordu. [2]
Pachora'yla, Dave Douglas Üçlüsü ve Subdivenersity ekibiyle ama en önemlisi The Commuters ile yelkenlerini bol bol doğunun rüzgarlarıyla dolduruyor ve dinlemesi pek keyifli icralar yaratıyor. "Gezmek" fiilinden türeyen ve son kertede zarfa dönüşen The Commuters; Türk ve Afrika müziklerini Balkan aromalı cazıyla bir araya getiyorlar. [3]
Şepik amcayı irdeledikçe bu defa karşıma başka başka güzel icralar, topluluklar çıkmaya başlamıştı. Bu defa vardığım nokta, bassist Justin Goldner'ın ve saz arkadaşların çaldığı Subdiversity band idi. Ekiple ilk tanışıklığımı, modern rebetikonun yaratıcısı yunanlı buzuki üstadı Vassilis Tsitsanis'in 'Bitter is my pain' eserini yorumladıkları icraydı. [4] Aşağıda youtube çalma listesi olarak verilen icraları dinlerken, göreceksiniz ki etnik caza dair düşülecek daha çok şerh varmış. Listede beşinci sırada olan 'The Flood' icrasına gelindiğinde ise, saksafoncu Jonh Beaty muhteşem bir armoni ile bize aperitifi verip, akabinde telli sazlar ikilisini ayağa kaldırıp neredeyse inen çıkan her notada suratta türlü mimiklere peyda oluyor.
Ve evet, laf dönüp dolaşıp tekrar saksafona geldi. Böylece nevi şahsına münhasır bir enstürmantalist ile tanışmış oluyordum. Subdiversity'de ki tekniğini daha ilk duyduğumda içim ürpermiş ve iyi bir sanatçının izleğinde olduğumu hissetmiştim. Google amcaya sorulan isimle birlikte kendisini ve hikayesine dinlemeye başlıyordum: "her şey Teksas, Beaumont'da başlıyordu... Joe ve John Beaty kardeşler yollarda sazlarını buluyor ve son duraklarını New York tabi kılıyorlardı. New School'da eğitimlerini alıyor ve nice iyi müzisyenle ortak çalışmalara başlıyorlar, daha hasat döneminin başında birader Joe kalbinde ki sıkıntıdan ötürü kariyerini duruyor. Sağlık sigortaları olmadığı için herhangi bir tedavi uygulanamıyor ve sonunda piyano maestrosu Fransız Jean-Michel Pilc'in desteği ile bir kardiyolog bulunuyor ve Joe yavaş yavaş ayağa kalkıyor. Tüm bu talihsizlikler biraderleri sarmışken, John turlara devam ediyor ve icralarını yapıyordu. Kardeşi iyileşip Beaumont'a döndüğünde, John aralarında trompetçi İbrahim Maalouf, perküsyonist Cyro Baptista, saksafoncu Kenny Garret, trompetçi Chris Botti gibi bir çok devin yer aldığı, Sting'in 'If on a Winter's Night...' albümünde saksafonuyla yer alıyor ve biz fanilere kollektif bir şaheser sunuyordu. [5]
Beaty'i araştırırken bu defa yine bir başka güzel çalışmaya denk gelmiştim. New York'un yeni nesil trompetçilerinden Jon Crowley. Etrafına topladığı genç yeteneklerle, modern caz iyi bir örneğini sunan The Rehumanization albümünü daha bu yıl yayınlayan Crowley; özellikle 'And We Talked All Night' icrasında gerçekten tüm gece sürecek ve tadına doyum olmaz muhabbetlere sürüklüyor bizi. [6]
Bir kaç gece önce ilk defa Brad Shepik'i ve ondan referansla tüm bu güzel müzikleri dinledikten sonra muazzam bir esriklik doldurmuştu suratımı. Hemen ardında, daha yeni bitirdiğim Simulakra ile güncel olayların bünyede ki bileşkesi, bu metne ilgili hususta bir şerh düşmem gerektiği olgusuna getirdi beni.
Yine de tüm bu tedirginlikleri aşacağız, bir keresinde Sancho Panza demişti:"... müzik olan yerde kötü bir şey olmaz..."
1 Ekim Perşembe günü, Los Angeles'da ki Sunset Sound kayıt stüdyosunda vuku buluyordu tüm bunlar; Janis Joplin prodüktörü Paul Rotchild'a teypi kayda almasını rica edip, hemen akabinde söylemekten hep hoşlandığı bir parçayı okumaya başlıyordu.
Full Tilt Boogie'nin geçmişte yaptığı ve yapacağı yardımlara gerek kalmamıştı artık; böylece Janis ağır adımlarla mikrofona yaklaşıp ve deklarasyonu okumaya başladı; "Önemli bir sosyal ve politik mesajın şarkısını okumak istiyorum" diye. O dem gözleri parıldıyor ve metalden öteye "şöyle başlıyor" diyordu; ardından -sanki- viski ile tütsülendirilmiş kadife sesiyle son bir defa pratik yapmaya müteakip şu sözleri mırıldandı:
"Ah Tanrım, Bana bir Merdeces Benz almaz mısın? / Bütün arkadaşlarımın Porsche'u var, bunu telafi etmem gerek..."
Rollins'in "Someday I'll Find You" parçası, 1930'lu Noel Coward'un "Private Lives" standardının takdire şayan bir yeniden yorumlamasıdır. Klasik bir Rollins icrası olan parçada, üstad nakaratları tekrarlama alışkanlığını devam ettiriyor. Aynı zamanda Coleman Hawkins, Lester Young ve Ben Webster'ın stillerini ustaca parçaya yayıp ve ancak bir caz maestrosununyapabileceği gibi çeşitli perde aralıklarını ve motifleri keşfediyor. Asıl çarpıcı olan ise Rollins'in icranın başından sonuna kadar doğaçlamayı yapıyor olması. Usta öyle bir halı dokuyor ki, her parçanın bir bütün olduğu ve hatta Cowards'ın kendisinde ki yansımalarını yerleştiriyor icrasına...
Amerika Birleşik Devletleri 6. Filosu İstanbul’a geldi. Gemiler limana demirler demirlemez İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri Dolmabahçe rıhtımına gelerek 6. Filo’yu protesto ettiler. İstanbul Teknik Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı Harun Karadeniz, “Türkiye’nin tam bağımsız olduğuna inanıyoruz ve onun için de bayrakları yarıya kadar çekiyoruz” dedi.
Evet doğru, Şekspir'i taksiye koymuşlar. Derdi var adamın, belli! Bide bugün hava sıcak ya, ondan müşterisiyle siyasetten, futboldan uzak; kaçırılmış kızının ahıyla muhabbet eder olmuş. Hemde öyle heyecanla anlatıyor ki derdini tasasını, müşteri daha cümlesini bitirmeden soruyor "eee?" diye...
Ha derseniz "şekspir ne arar takside?" buyrun:
(Ne yazık ki Türkçe altyazı yok, only in English)
* Sofar Sounds'u memlekete getirip, adını Sofar Istanbul yapan ekibin (bigumigu)sitesinde buldum vidyo/ları. Çocuklar güzelde bir metin yazmış sayfaya; "Bir taksiye bindiğinizi şoförün futboldan, politikadan, trafikten ya da gündelik hayattan bahsetmek yerine Dostoyevski, Shakespeare gibi konuştuğunu düşünün. Muhtemelen ağzımız açık kalır, yolculuk pek keyifli geçer. Yugoslav Drama Tiyatrosu, yeni sezon tiyatro oyunları için taksilere profesyonel oyuncuları şoför olarak yerleştirdi. Yolcularla Dostoyevski ve Shakespeare gibi konuşan şoförler yolculuğun sonunda yolcularına tiyatro bileti hediye ettiler."
İskenderiye Polis
Seramoni Orkestrası’ndan 8 adam Mısır’dan İsrail’e gider. Petah Tikva’da
bulunan bir Arap Kültür Merkezi tarafından davet edilmiş fakat bir yanlış
anlamadan ötürü (Arapçada “p” sesi olmadığından ve sıklıkla yerine “b” kullanılır) bando takımı Necef Çölünün ortasında ki hayali kasaba Bet Hatikva’ya giden bir
otobüse binerler.
Kasabaya vardıklarında başka bir otobüs bulamazlar ve ne yazık
ki kasabada bulunan herhangi bir otelde yoktur. Bando ekibi akşam yemeğini Dina’nın
küçük lokantasında yerler ve geceyi de Dina’nın ve arkadaşlarının evinde
geçirirler. Ayrıca yer azlığından birkaç kişi de lokantada uyur.
Film bandonun
bu kısa ama uzun gecesini tüm keyfi ve acısıyla anlatır bizlere…
* Yıl 1957, Ekim ayının ilk çarşambası. Harold o gece kız arkadaşını sahnenin önünde ki masa da oturduğunu görünce, ani bir sıçrama ile saksafonunu tiz seslere boğmaya başlamıştı. Curtis'in bile şaşkın bakışlarla kaldığı o an, kız arkadaşı dışında herkes efsane abimizin doğacın en güzel anlarından birini sergilediğini düşünüyordu. Ne var ki sahne bittiğinde ve Harold emektar enstürmanını standa yerleştirip Lydia'ya yaklaştığında, Lydia'nın suratı mosmor kesilmişti. Yorgun argın durduğu yerden "Ne oldu yine Lydia? Bu defa neye kızdın" diye seslendi ve Lydia heyecanla "Anlıyorum Harold, ne demek istediğini çok iyi anlıyorum." diye cevap verdi. O ara yanlarına yaklaşan Blue Mitchell lakaplı Richard hafifçe Harold'un omzuna vurup "Kolay gelsin, sil baştan devam herhalde" diyerek yanlarından geçip gitti. Gecenin artık en zor kısmı başlamıştı Harold için; Lydia yine sarhoş ve yine kızgındı. Usul adımlarla yanına yaklaştı ve "Ne oldu aşkım, yine ne oldu? Lütfen bana da söyler misin?" diye kulağına fısıldadı. "Daha ne olacak be Harold, daha ne kadar bana küfredeceksin? Hadi söyle, ne zaman beni görsen bağırmaya başlıyorsun ve sonra bana 'Ahh aşkım ne oldu ne oldu' diye şaşkın şaşkın geliyorsun. Daha ne olsun Harold? Hadi bu defa da ben öyle demek istemedim de, hadi söyle!" Gözleri tekrar önüne düşen Harold, bıyıklarında kalan birayı emdikten sonra "Lydia, aşkım! ne dedim ki ben?" diye sordu. "Gözleri kızarmış, ağlamak üzere olan Lydia; "Saksafonunla bana bağırdın, küfrettin. Biliyorum, anlıyorum, biliyorum seni lanet olası" diye bağıra bağıra elinde ki bardağı yere fırlattı. Artık olay Lydia ve Harold'dan çıkmıştı ve bütün klübün gözleri onlara dönmüştü. Harold'a ve sevgilisine alışkan olan ekibi bile, sonra ki sahnede ne olacak diye sabırsızlıkla onları izliyordu. Harold ise daha önce defalarca duyduğu bu ithama yine aynı şekilde cevap veriyordu: "insan olsun ben öyle bir şey demedim! Senin anladığın, sana kızdığımı veya bağırdımı sandığın şekilde değil Lydia. Sadece saksafon çaldım aşkım, lütfen hadi gel eve gidelim. Çok yorgunum." diyip Lydia'nın kollarından tutup onu klüpten çıkardı...
Belki de dünyanın en şanslı insanıydı Harold. Enstrümanıyla kendisine konuştuğunu sanan bir sevgilisi vardı ve Bop döneminin sıçramasını yaşatan kişiydi o. Henüz 73 yaşındayken, yine Lydia ile yaşadığı kentte, Los Angeles'da hayata gözlerini yumdu. Kendisini geç tanıdım. Cliff Brown ve Max Roach'un karmasında karşıma çıkmıştı. Muazzam bir ses, bize haykıran, bizimle konuşan bir varlık. Hem, ikibuçuk yıllık hayatıyla caz dünyasını sil baştan yazan bir ekibin üyesinden ne beklenir ki? Belki de Lydia haklıydı, bizimle sadece enstrümanı aracılığıyla konuşuyordu ve çok iyi konuşuyordu.
Vidyoçalar serisi için en az üç-dört canlı kaydı olan kişi veya kişileri seçmekti niyetim ama efsane Harold'a yok demek zor geldi. Buyrun, caz dünyasının bir başka efsanesinin muazzam bir canlı performansı sizi bekliyor....
Ne kadar doğru bilmem, sonuçta bende başkasından duymuştum ama "olay budur abi" dediler!
'Gideceksin, suratın morarana kadar üfleyecek, parmakların kanaya kadar çalacaksın. Öyle bir kaç saatle sınırlı değilmiş bide. Bildiğin günlerce bu sınavı veriyorsun ve en sonunda büyüklerden biri -ki bu büyük herhangi bir enstrümanın maestrosu olabilir- gelip elini başına koyuyor. İşte o zaman sende bir müzisyen olarak kabul edilmişsindir.'
Karpatların eteklerinde dolaşıp duran çingenelerin mevzusuymuş bu. Kabul edilmiş, referans olunabilecek, güvenilen ve elbette yetenekli olduğuna dair; topluluğun onayını ve güvenini almış olunuyor. Her yıl "Fête des Masques" festivalinden önce yapılırmış bu ritüelvari imtihan demleri...
ve bir müzisyen doğdu, sayfa: 17
Balkan müziği hususunda ehlileşenlerdendir Cork. Müzikal esrikliğini nasıl ve neden yahudi çingenesi müziğine yönlendirmiş bilemiyorum lakin iyi yapmış. Çokuluslu yapısı ile ekip Bulgar, İspanyol, İngiliz ve İrlandalı bir dörtlü aslında. Çalışmalarında aralarına kattıkları diğer ustalarla birlikte sıkı bir fusion jazz grubu olmuşlar.
* Aşağıda okuyacağınız metin Natama [hayat memat] dergisinin Nisan/Mayıs/Haziran 6. Sayısında yayınlanmış ve Orçun Ünal tarafından kaleme alınmıştır.Burada, metnin sadecebir kısmı yayınlanmıştır, tamamını okumak için; Natamadergi.com/Nerelerd bağlantısından size en yakın Natama dergisi satan kitap evine ulaşın.
"
Anladım ve kıskandım.
[Olduğunu] anladım ve [onu] kıskandım.
[Yakın] olduğunu anladım ve [için] onu kıskandım.
[Daha] yakın olduğunu anladım ve [öğreneceği] için onu kıskandım.
[Herkesten] daha yakın olduğunu anladım ve [gerçeği] öğreneceği için onu kıskandım.
[Ölüme] herkesten daha yakın olduğunu anladım ve [önce] gerçeği öğreneceği için onu kıskandım.
[Kadının] ölüme herkesten daha yakın olduğunu anladım ve [benden] önce gerçeği öğreneceği için onu kıskandım.
İtaat, siyasal parti seçimlerinde gidip oy vermek ve seni 'yönetecekleri' seçmek gibi açık ya da babanın sözünde çıkmamak gibi örtük biçimlerde ortaya çıkabiliyor. Çoğu zaman da, bu ayrımı yapmanın çok kolay olmadığı hallerle gerçkeleşiyor. Örneğin, bir işyerine gönüllü olarak girip, orada ki hiyerarşik dizilimin farkında olup ve üste itaat etmenin baştan kabul edilmiş olmasına rağmen, bir süre sonra itaatin güdüleşmiş bir vaziyette emir almayı beklemeden ya da her emirden sonra 'itaat etmeyi seçiyor muyum?' diye düşünmeden, otomatik haraketlerle gösteriyi devam ettirme şeklinde hayat bulması gibi. Veya kıtayı denetleyen komutanın binlerce silahlı askeri ürpermiş bir donuklukla ses tonundan daha büyük bir silahı olmadan kendine tabi kılmasındaki gibi. Tek tek karşılaştırıldığında askerlerin tamamı komutandan daha kuvvetli. Yine de bir tekinin aklından şahsi gücünü kullanarak tahterevallinin dengesini bozmak geçmiyor. Askerlerin korku, saygı ve tam bir sadakatle durmalarını sağlayan, komutanın emir verme yetkisi değil, kendi içlerindeki itaat.
Ulusun korkma! Nasıl, böyle bir beyazı boğar Zenci dediğin, bir mahlukat ?
Homo Faber Yazıları, Cilt IX, Syf: 13
Teresa'nın Aşk'ta ki temsiliyeti; salt alt ve üst sınıfların birbirleriyle olan ilişkilerini değil, toplumlar arası tüm bu diyalogların kökeninde yatan, burjuvanın ve kölenin yaşam/düşünüş anlayışları ile pratiklerinde, her iki tarafı emek sömürüsünden ahlaki etiklerine değin sorgulayan sosyolojik bir kolajın parçasını oluşturuyor.
Kriterlerde, ısrarla üçlemenin en iyi bölümü olduğu ifade edilen yapıt, her bir bölümünde kadının; toplumda ki bütün normlara olan yaklaşımını ve elbette birey olarak ahlaki ve politik etiklerinin tüm bu normlarla etkileşimini anlatıyor. Bir ailenin üç farklı ve bir o kadar benzer kadınlarının yaşamlarını anlatan Ulrich'in Cennet üçlemesi, son yılların en iyi seri filmlerinden biri addediliyor.
Çağımızın bir çok yarasına ve -kaos sarmalına dönen- sorunsallarına odaklanan Cennet: Aşk, Cennet: İnanç ve Cennet: Umut filmleri, derdi olan ve bu dertlerini naif bir dille anlatan ve kesinlikle izlenmesi gereken takdire şayan bir trilojidir.
* Tüm anlatısının içinde, Ulrich'in altını kalın çizgilerle çizip, vurguladığı bir andır bu! Mevzu sahnenin öncesi ve sonrasını da bu dakikalarla birleştirdiğimizde, Teresa'nın; orta sınıf Avrupalı kimliğine rağmen, küresel bir paydaya dair ruhaniyeti şiddetle yaşadığını ve saf insanı duygularlarına dair kırılmalarına şahit oluyoruz.
Zira kukusunda ki kılları eleştiren erkek arkadaşı onu terk etmiş ve geri kalan erillerin ise Teresa'da tek gördükleri; sarkık memeler, koca bir popu ve yaşlılıktır. Belki de tüm yaşamsal tezatlığının bir mühim demi sayılacak bu anda, Teresa şöyle fısıldar; "gözlerime bak, içine, ruhuma.. Ben sadece bu gördüğün beden değilim!"
Bu ilan; Şişli semtinin Şair Nigar isimli sokağında ki bir dükkanın vitrin camında asılıydı. Kim bilir, tüm bu nitelikleri taşıdığına inanan bir blog okuyucusunun ilgisini çeker! Bendeniz de hem işletmeye hem de bahtsız işsize aracı olurum.
Fakat işin aslını söylemek gerekirse, hayır, bu ilanın burada bulunmasının asıl nedeni bu değil!
Sadece, bu devirde yaşamak zor diyen cenaha şapka çıkarmak istedim.
* Güncelleme: Daha önce 'Jazzwoche Burghausen'da Marcus Miller Tayfası' başlığıyla yayımlanan içeriği, bir kaç gün önce ki keşiften/ayrıntıdan ötürü değiştirme ihtiyacı duydum. İlk yayımda odak noktası Blast! isimli parçaydı. Fakat konserin tamamını izledikten sonra fark ettiğim ve Marcus Miller'ın Blast! parçasına başlamadan önce dile getirdiği mühim bir mevzu, parçanın ehemmiyeti üzerine vurgu yapmamı gerektirdi.
İcra öncesi şundan bahsediyor Marcus; "Şuan ki ekibimle birlikte dünya turundayken kendimi İstanbul'da buldum. İstanbul'da sokaklarda dolaşıyor ve sesleri dinliyordum ve bende bu seslerden etkilendim.[1]Orada, şu an İstanbul'da bulunup ama New York'lu olmanın sesinden etkilenmiştim ve bende bu sesleri harmanlamaya çalıştım.." Bu güzel ayrıntıyı geç fark etmemin sebebi, yayınladığım vidyonun "..harmanlamaya çalıştım" kısmından başlatılmış olmasıydı. İlgili vidyo halen aşağıda. Tabi parçayı çok beğenmiş olmalıyım ki, Marcus Miller ve tayfasını doyasıya dinlemek için konserin tümünü aradım ve elbette hemen buldum. Zevkle izlediğim ve bir küsür saat süren konser, en az Blast parçası kadar dolu dolu. Ayrıca konserin tamamını izledikten sonra bahsetmeden geçemeyeceğim bir kaç mevzu daha vuku buldu. Yaklaşık 2010'da kurduğu bu ekip hem an itibari ile hemde gelecek hususunda oldukça mühim bir ekip. Ekipte göze çarpan ilk kişilik, henüz 25 yaşında olan ama son 7 yıldır caz dünyasında adında sıklıkla ve takdirle söz ettiren Alex Han. Herif bu genç yaşına rağmen, Marcus Miller'ın da bir röportajında dile getirdiği gibi [2] muazzam bir olgunluk sergiliyor. İkincil mühim şahsiyet, kocaman gülüşü ile neredeyse müziğini gölgeleyen güzel insan Sean Jones ve elbette klavye de ki Pena ama tüm konser boyu bir an olsun dikkatimi üzerinden ayırmayan isim ise davulcu Louis Cato. Galiba uzun bir süredir bu kadar keyifli bir davul icrası dinlememiştim. Konser boyu yaptığı ataklar, Miller'ın solo demlerinde ki ustalıklı çalışı, bu gencecik sanatçının ilerleyen dönemlerde çok muazzam işlere el atacağının belirtisi.
Miller'in -yine Blast icrası öncesinde- bahsini ettiği grubu toplama fikri, nev-i şahsına münhasır Miles'ı anmak ve onun fikriyatını devam ettirmek için Tutu revisited projesi ile genç sanatçıları bir araya getirmek ve Miles'ın çalışmalarını tekrar canlandırmak temelli oluyor. Bu bağlamda Sean Jones'ı ve yeni keşfi Berkeley koleji öğrencisi Alex Han'ı ekibe dahil ediyor. Bu sırada davulcu arayışında olan Miller'a yardımı yine Alex Han yapıyor ve kolejden/grubundan arkadaşı portekiz menşeili Louis Cato'yu öneriyor. Ekibin son halkası Federico Pena'nın katılımı ile Marcus Miller'ın projesi hayata geçiyor.
Yayımın ilk içeriği de şöyleydi;
Tıklım tıklım funk elementler ile dolu Blast! parçasıyla, Marcus Miller ve saz arkadaşlar; Alex Han (a. saksafon), Sean Jones (trompet), Federico Peña (klavye), Louis Cato (davul) hep birlikte Almanya'nın Baverya eyaletinde ki Burghausen kentinde muhteşem bir konser vermiş. Evvelce, 2012'nin Mart ayında toplanan ekibin konserinden coşkun, haraketli, deli dolu, kıpır kıpır bir kesit.
+Dipnot:
[1] o anda Marcus gülümser, zira kendisine bir güzelleme yapılmıştır.bkz: konser, dk. 43:42
[2] Tomajazz'ın Marcus Miller ile Tutu Revisited temalı röportajı.
"gelir dalgın bir cambaz. geç saatlerin denizinden. üfler lambayı. uzanır ağladığım yanıma. danyal yalvaç için. aşağıda bir kör kadın. hısım. sayıklar bir dilde bilmediğim. göğsünde ağır bir kelebek. içinde kırık çekmeceler. içer içki üzünç teyze tavan arasında. işler gergef. insancıl okullardan kovgun. geçer sokaktan bakışsız bir kedi kara. çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. kanatları sığmamış. bağırır eskici dede. bir korsan gemisi! girmiş körfeze."
Ayhan, Ece; Bakışsız bir kedi kara
Vidyoçalar serisi için rotayı ülke sanatçıları olarak belirlememiş olsam da, bir şekilde ikinci yayın da bir Türk sanatçıya ayrılmış oldu. İlk yayında da parmaklarım; kulaklarımda cereyan eden müzikal esrikliği benden bağımsız -kendi özerkliğinde- yazıyordu ve bugün yine aynı ruhaniyet ile güzel insan Tamer Temel'in ardı sıra koşturmaya verdi kendisini. Aslında vuku bulan bu durum gecikmişte oldu; zira Tamer Temel'i keşfedeli çok oldu, bir kedi kara albümü hayranlıkla dinleyeli pek vakit geçti lakin bir şekilde blogta paylaşmaya geç kaldım. Tam olarak hatırlayamadığım mevzu ise Ece Ayhan mı beni bir kedi kara albümüne getirdi yoksa Tamer Temel'in kendisi mi? Ama nasıl olduysa caz paletinde ece ayhan poetikasının cümbüşü varmış, şahitliğini ettik.
Girizgahım her ne kadar Tamer Temel'in kendisi olsa da, bir kedi kara albümü sanatçı kadar mühim bir nitelik taşıyor gözümde. Usta saksafoncunun bir taşla iki kuş vurduğunu gördüğümüz yapıtında, caz eliyle canımız ciğerimiz Ayhan'a selam çakıyor sevgili Tamer Temel. Böylece ademoğlunun en sevdiği müziği, en sevdiği şairle yol arkadaşı olabileceği hakikat ile bendenizi esrikliğin bir başka demine götürüyor. Ne yazık ki Tamer Temel ile bir kedi kara albümü eksenli herhangi bir röportaj yapılmamış -kim bilir belki bana kısmet olur- ama kesinlikle sanatçının neden Ece Ayhan'ın en karaşın şiiri tabir edilen bakışsız bir kedi kara'yı seçtiğini, bestelerinde yine şiirin ne tür izleri var hususunu öğrenmek isterdim.
Sırası gelmişken, yine bir kedi kara albümüne atfen bahsi edilmesi gerek mevzulardan biri de albüme katkı da bulunan sanatçılar. İşin güzel yanlarından biri de Temel'in son albümünü dinlemeden önce; başta Serkan Özyılmaz, daha sonra Kenny Wollesen ve en son Eylül Biçer'i birbirlerinden bağımsız, bambaşka projeler de duymuş ve zevkle dinlemişti ama Tamer Temel sayesinde tüm bu güzel sanatçıları, böyle anlamlı bir albümde bir arada görmek albümü başka başka boyutlarda tartıp biçme olanağı sağlamış oldu. Albümü dinledikten sonra net üzerinden yapılan araştırmalarda Temel'in önce ki yapıtlarına da ulaşabildim ve yıllar yılı almış kat ettiği yolda birbirinden güzel hikayelerin başına gelmiş olduğunu gördüm. Kuvvetle ihtimaldir ki bu hikayelerinden en güzeli Barcelonaalbümü öncesi başından geçmiştir -ki albüm tanıtım bültenin de yer almıştır;
Tamer Temel’in Barcelona’yı kaydetme fikri Amerikalı cazcı Dave Allen’le bir araya gelmesiyle oluşmuş. Albümü Allen’le birlikte New York’ta kaydetmek için hazırlanan hatta kayda girecekleri stüdyoyu bile ayarlayan Temel’in planları ABD’nin vize vermemesiyle altüst olmuş. Yaklaşık üç ay albüm çalışmalarını durdurduktan sonra Mark Turner, Larry Grenadier, Jeff Ballard’dan oluşan Fly Trio’yla bir araya gelmesiyle ise işler değişmiş. Hayranı olduğu bu müzisyenlerin yüreklendirmesiyle Tamer Temel, Dave Allen’la birlikte Barselona’ya gidip albümü kaydetme kararı almış. Tüm hazırlıklar yapıldıktan sonra önce Milano’ya gidilmiş. Tam o sırada İzlanda’daki yanardağ patlaması nedeniyle uçuşlar iptal edilince işler yine sarpa sarmış..Tüm bu badirelerden sonra dört gün gecikmeli olarak Barcelona’daki Laietana stüdyosuna girilip başlanan kaydın sonucu dinleyicilere Barcelona olarak dönüyor.
Ayrıca okurken kendisi kadar beni de heyecanlandırmış bir hikayesi de şöyle olmuş;
-2012'de Işıl Yılmaz'ın kendisi ile yaptığı bir röportajdan öğreniyoruz
ve bu anısı bir üstte ki anının başlangıcıdır aslında-
İnternetten albüm indiriyoruz bazen. Sevdiğim bir müzisyenin albümünde çalıyormuş. İndirdiğiniz müzik dosyasıyla beraber albümde kimlerin çaldığı ile ilgili bilgiler de geliyor ve müziği çok hoşuma gitmişti. Orada sitesinin de adresi vardı. Girdim inceledim siteyi, hiç yapacağım bir şey değil, contact bölümüne tıkladım ve çalışmalarını sevdiğimi belirten bir mail attım. O da döndü ve teşekkür etti. Daha sonra 2 yıl sonra bir mail attı ve eşiyle birlikte İzmir’e geleceklerini söylediler ve oradan sohbetimiz başladı ve albüm ortaya çıktı.
Derya denizdir caz şiarına bir başka metafordur Tamer Temel; derya deniz bir insandır. Henüz kendisini canlı dinleme ve/ya kendisiyle tanışma şansına nail olamadım ama umarım bu mütevazı karaşınla denk gelirim.
+Not: Birebir tanışmadığımız birine varsayımlarla mütevazı demek sakınılası bir durumdur ama bir kedi kara albüm tanıtım videosunda, tüm ekipten sonra görüşleri bildirmeye başlayan Tamer Temel'in; mevzu klipte ki mimikleri, ses tonu ve son cümlesi; "umarım dinleyenler bizleri de, albümü de, müziği de severler" deyişine bu kelime eksik bile kalıyor ve ister istemez biz dinleyiciler de sevinç ve teşekkürü borç bilme duygusu uyandırıyor.
Son zamanlarda denk gelip izlediğim güzel yapıtların bir çalışmasıdır. Bu vesileyle sinefillere haber etmiş bulunalım...
"L'illusionniste" (2010) Fransız animatör Sylvain Chomet'in
elinden çıkma sihirbazın trajikomik
hayatından bir kesit anlatan güzel bir animasyon film.
"Revanche" (2008)
Criterion Collection listelerinden bulunan,
Avusturyalı yönetmen Götz Spelmann'ın
sade, sakin psikolojik drama yapıtı.
"Waking Life" (2001)
Rüyalar, varoluşçuluk, hayal mi gerçek mi
ve daha bilumum mevzu da kafa patlatan
görselliği artı diyalog hali bir zor takibe tabii
zihin açıcı/bulandırıcı bir Richard Linklater filmi.
"Week End" (1967)
Jean Luc Godard'ın sürrealist yapıtı,
yol filmi, burjuvazi ve erkleri, imgeler ve sözcüklerle
bize damıta damıta aktaran güzel bir eser.
"Papurika (2006)
Ne diyim; "rüyalar ile internetin ne farkı var, ikisi de bilinç altının kol gezdiği yerler."
den başka...
* Aşağıda okuyacağınız metin Natama [hayat memat] dergisinin Ocak/Şubat/Mart 5. Sayısında yayınlanmış ve Ali Dündar tarafından kaleme alınmıştır.Burada, metnin sadecebelli başlı bir kaç bölümü yayınlanmıştır, tamamını okumak için; Natamadergi.com/Nerelerd bağlantısından size en yakın Natama dergisi satan kitap evine ulaşın.
"
Öyleyse bazı insanlar, ki bunlar azımsanmayacak çoğunluktaydı, Yüce Işık inanışına neden bağlılık göstermişlerdi peki?
Ali Dündar
O an geldi; Yüce Işık'ın olmadığı ispatlandı. Bilim evrenin, oluşun anlamını tek bir teoriye indirgedi. Görüldü ki Yüce Işık yok, Yüce Işık diye bir şey yok.
Yüce Işık diye bir şey yoktu; bizi yaratan bir güç, sonunda ona döneceğimiz bir insanperest yoktu, her şeye kadir, her şeye gücü yeten bir şey yoktu. İnanmayanlar haklı çıkmıştı. Bu duruma önceleri onlar da şaştılar. Ancak inananların şaşkınlığı, daha korkunçtu tabi. Neyse ki inanmayanlar inananları kucakladılar da ortalık biraz sakinleşti.
Artık herkes Yüce Işık'ın olmadığına ikna olmuştu. Onun olmayışına methiye niyetiyle şiirler yazıldı, destanlar okundu, şarkılar söylendi, filmler çekildi, heykeller yontuldu, resimler çizildi, çadırlar kuruldu. İmamlar, keşişler, gezginler, radikaller, dinciler "Yüce Işık yoktur" dediler. Artık Yüce Işık yoktu. Ne kitapları ne de peygamberleri gerçek değildi. Din bir yanılsamaydı. Artık hiçbir insan "Yüce Işık vardır" diyemezdi. Teori hiçbir şüpheye yer bırakmadan "Yüce Işık yoktur"u ispatlıyordu. Sen bile görür görmez anlardın. Yüce Işık diye bir şey yoktu.
Böylelikle yokluğa düştük. Yüce Işık yok idiyse; tinik hiyerarşi, spatyom, doğum, aşk, inanç, iman, melekler, genedoğum, ilahi algılama, en yüce hal gibi mistik dayanışmalar da doğru değil demekti. Oluş, bir ilahi Evrensel Yönetici Mekanizma tarafından işletmiyordu. Kozmik sistemler, üzerinde var olmaktan kaçınmadığımız yaşam sirkülasyonunun bir parçasıydı sadece. Sadece var olan şeyler vardı. Geleceğimiz artık belirsizdi, önümüz bomboştu. Geçmişimizi tekrar gözden geçirmeliydik. Atalarımız hakkında çok yanılmıştık. Atalarımız yanılmışlardı.
Her şeyi tekrar ele almaya başladık. Tamam; o zaman, evren dediğimiz şey oluşmuş olalı beri hareketli, sürekli devinen bir şeydi. Evrenin her yerinde bir şeyler oluyordu. Olmalıydı. Olmuştu. Öyleyse bazı insanlar, ki bunlar azımsanmayacak çoğunluktaydı, Yüce Işık inanışına neden bağlılık göstermişlerdi peki? Belki de Yüce Işık insanın olmayı hayal edebileceği en uç noktalardan biriydi. İnsanın, kendi tekamülünün sonunda isteyebileceği en büyük şey, Yüce Işık olmaktı. Yüce Işık yoktu. O zaman pekala da insan Yüce Işık olabilirdi. Yüce Işık olmak her şeye gücü yetmekti. Eğer Yüce Işık olunabiliyorsa, böyle bir olasılık varsa; şu neydi, bu niyeydi diye düşünmeye gerek kalmazdı; ne güzel!
...
Yüce Işık yoktu belki ama yerküremiz, insanların hiçbir katkısı olmadan, kendini var edip canlandırma yetisine sahipti. Evren ise biz olmadan da varlığını sonsuza dek devam ettirebilirdi. Bu özelliği bile onu Yüce Işık yapmaya yeterdi. Sistem, bir Yüce Işık'tı diye düşünmeye başladık bu aşamada. En azından Yüce Işık olma özelliklerine sahip görünüyordu.
...
Yüce Işıksız geçirdiğimiz bin yılın sonunda, evrenin her yerine yayılmıştık artık. Oluşun her katmanında artık insan vardı. O kadar gelişmiştik ki, evrenin her yerinde kolaylıkla seyahat edebiliyorduk. Oluştan oluşa, boyuttan boyuta, lokal sistemlerden majör sektörlere kadar gezip tozuyorduk. Birçok farklı uygarlıklarla karşılaştık, ilişkiler kurduk, insandışı varlıklardan dostlar edindik.
...
Yüce Işık olmaya ramak kaldı diye düşünerek bir bin yıl daha geçti. Birbirinden güzel, bir sürü minyatür oluşlar yarattık sıkıntıdan. Yeni masallar anlatarak zamanımızı geçiriyorduk. Birbirinden güzel masallar uyduruyorduk. Sıkılmıştık. Hala tek bir insan bile ermemişti ama. Kritik aydınlanma kütlesine bir türlü ulaşamıyorduk. Işığın likitleşmesi ise tam bir fiyaskoydu maalesef.
...
Yepyeni bir evren yaratmaya karar verdik. Bunu yapabilirdik, biliyorsun. Ne düşünürsek gerçekleştirebiliyorduk zaten.
...
Bu evren yaşadığımız evrenin bir benzeri olacaktı.
...
Yeni evren devindi.
...
Gaia
... "
+Sahne'ler ile ülkede ve yurt dışında ki güzel müzik mekanları ve bu mekanlarda icra edilmiş çalışmaları bir araya getirmeyi istedim. İstanbul'un Mittani'sinden, New York'un Small's 'una kadar, net üzerinden canlı performanslarına ulaşabildiğim mekanları tanıyacağız. +Sahne'lerin ilkiyle Berkeley sokaklarına iniyoruz;
İlk defa saksafoncu Eric Crystal'ı ararken denk geldim -kendi tabirleriyle- Birdland Cazcı'larına. Daha sonra ki incelediğim canlı performanslardan pekte tanınmış isimlere denk gelmedim ama bu mekanın bir tılsım vardı ve google amcaya iletilen iki tık ile güzel mekanı şöyle böyle bir tanıdık.
2009'larda dünyanın en iyi müzik okulu tabir edilen Berkeley Kolejinin yanı başında kurulmuş, ilk hedefi bölge insanının komşularıyla müzik ve barbeküye doyacakları bir alan oluşturmakmış. Vaktiyle bu alan oluşmuş ve kar amacı gütmeyen işletme ruhaniyeti ile cuma geceleri toplandıklarında, komşuların yanlarında getirdikleri yiyecekler-içeceklerle radyo yayınları eşliğiyle takılmışlar. Gittikçe ilgi çeken etkinlik daha çok katılım, daha çok yiyecek ve artık yerel bir caz ekibiyle canlı performanslara evrilmiş. Bu sırada getirilen yiyecekleri evsizlere ve etrafta ki hayvanlarla paylaşma halleri mekanın artık cuma geceleri dopdolu olmasına sebep olmuş. Şikayetler, kurallar dahilinde etkinlik halleri kısıtlanan mekan, artık halka açık olmaktan özel etkinlik mekanı olmaya itilmiş. Fakat bu durumda şöyle aşılmış; Giriş ücreti: Üye ol, isteyenler müzisyene 10-20$ bağış bırakıyor-Yiyecek İçecek beleş!*
Mekan kısıtlamalara rağmen halen mahallenin favorisi olması durumu, artık daha sık canlı müzik icralarını zorunlu kılmış. En başından beri canlı performanslar için uyguladıkları sistemi genişletmeleri de bu sorunun çözümü olmuş. Mevzu çözüm; Berkeley Müzik okulunda okuyan öğrencileri sahne çıkarmak. Bu çözüm hem müzikal tatminleri, hemde öğrencilerin düzenli sahne alma ve az buz para kazanma yollarını sağlamış.
Kendi halinde, eski bir garajdan bozma, müdavimleri öncelikle mahalle halkı olan, dünyanın en iyi müzik okulunun öğrencilerinin icralarıyla her cumayı barbeküyle geçiren güzel bir mekandır Birdland Jazzista. Yolumuzda düşerse ne ala...
Öncelikle Scott Amendola Band'den saksafoncu Eric Crystal'ın dörtlüsünü,
ardından kim olduğunu bulamadığım Alabama'lı Mike ve en son
Berkeley öğrencileri ile genç trompet yeteneği ödüllerini toplayan Josh Shpak'ı dinleyeceğiz...
+bilgi: işletmenin facebook hesabından alınan bilgi!
1990'ların başlarında oluşturmaya başladığı songbook'a bu ismi uygun görmüştü John Zorn. Geçmişine yaptığı -şanlı ve kanlı tarihin- yolculuğuna ait bir tanımdı Masada. 1970'lerde başlayan müzikal arayışlarında belirli bir durağa gelmiş ve artık anlatılması gerekenin, konunun ne olduğunun arayışına başlamıştı. Böylece aidiyetine ilişkin bir söylev vücut buluyordu arayışlarının ortasında. Tanık oldukları, duydukları ona rehber olmuştu ve patikanın ucunda, Yeninin tarih anlayışını da benimseyecekti. Bir halk olmanın, üstüne düşen sorumluluğunu belki seküler ama anlatılana inançla bağlı kalarak yerine getirecekti. Masada projesi; sebepleri, işleyişi, güncelliği ile halihazırda onlarca tartışmaya gebedir ama bir o kadar Masada'nın kendisi de öyledir. Çünkü taşların üzerinde ki tarih, yalan ve gerçeğin griliğinde yansıtıyor güneşi bizlere.
"Bizler özgür erkekler olarak kalacağız ve Masada bir daha asla kaybetmeyecek"; [1]
Ölü Deniz'in batı yakasından 476 metre yükseklikte, dört tarafı sarp kayalıklarla çevrili bir platodur Masada. İsrail'in güneyinde, Judea çölünün kıyısında taştan bir kale. [2]Günümüzde kabul edilen açıklamasıyla; Masada ismi coğrafik bir tanım olmasının yan sıra, Roma imparatorluğunu ve partizanlarını Yahudiye bölgesinden sürmek için kama-adamlar'ı tarafından başlatılan bir başkaldırının sonuçlandığı bölgedir. Kudüs'un düşüşüyle birlikte, Yahudi isyancıların sığındıkları ve yapım tarihi İÖ 37'e dayanan Masada kalesinde sayısı 960'ı bulan savaşçılar, Roma'nın 10. Lejyonuna teslim olmak yerine toplu intiharı seçerek özgür insanlar olarak ölmeyi göze almışlardır. [3] Her ne var ki modern İsrail'in mühim bir 'özgürlük' hikayesi olarak addedilen bir bölgesi/olayı olarak resmiyet kazanmış olsa da, Masada kalesinde gerçekleşen olaylar ve Masada kalesinin kendisi hakkında 2000 yılı bulan bir süreç boyunca hiç bir hatırat veya söylev var olmamıştır. İlk defa 1800 yıl önce Yahudi tarihçisi Flavius Josephus tarafından aktarılan bölge/olay, siyonizmin kurucularından Theodor Herzl tarafından Masada'nın 'haç bölgesi' ilan edilmesine kadar bu kayalık ve kayalıkta yaşanan trajedi yok sayılmıştır. [4]
Geçmişi hakkında hala ciddi argümanlar olan bu tarihi bölge, 1960'larda İsrailli general ve arkeolog Yigael Yadin'in yaptığı kazılardan sonra; hızla ulusal ve kutsal bir bölge, aynı zamanda dini ve resmi bayramlarda İsrail halkı tarafından ziyaret edilen bir tarih haline geldi. Binyıllar sonra kendisine yapılan atıflarla; Masada kalesi, İsrail devletinin yeni jenerasyona sunabileceği bir sürekliliğin referansı ve yaklaşmakta olan savaşlarda, önce halkının ve ardından askerinin vatan-millet-sakarya düsturunu uygun düşünmesini sağlayacak bir olguydu artık. Böylece 10. Lejyonun ancak iki-üç aylık uğraşıları sonucu yapılan rampa ile tepesine varılabilen Masada kalesine, '60larda yapılan kazıların hemen ardından devlet tarafından yaptırılan telefirik ile dakikalar içinde çıkılabiliyordu. Hergün yüzlerce ilkokul öğrencisi ve bir o kadar turist tarafından ziyaret edilen kale, zamanla İsrail'in en yoğun turizm alanı oldu. [4] [5]
Bugün görünen tarihinde, defalarca Roma'ya başkaldıran Yahudiler için; Masada şan ve şeref dolu bir olgudur. Lakin yakın zamanlara kadar devam eden bilimsel araştırmalar, tüm bu anlatıların birer uydurma olduğu ve ölümüne yakın Yadin'in bir röportajında dile getireceği "devlet böyle yapmamı istemişti" itirafıyla kazılar sırasında ortaya çıkan tutarsızlıkların sebepleri anlaşılacaktı. Hala İsrail'de belli kesimlere destansı bir tarih hissiyatı doğursa da, askeri eğitimini tamamlayıp yeminlerini yapmak üzere tepesine çıktıkları kalede "Bizler özgür erkekler olarak kalacağız ve Masada bir daha asla kaybetmeyecek" cümlesiyle biten yeminleri okuyan askerlerinde dahil olduğu bir kesim için yalanlardan ibaret bir harabedir Masada. [6]