|
Nemrut yolu |
"Ve vardığımızda tepeye, gözün ufku gördüğü o muazzam yere, binlerce yıldır kutsal atfedilen o noktaya, aklımda sadece şu vardı; mühim olan varacağımız yer değil, oraya vararken yaşadıklarımızdır..."
Bu hayal; aylar, yıllar önce düşmüştü aklıma. Sevilla, Alameda de Hercules'de ki evimde 'Motorcycle Diaries' filmini izlerken bu hayal bir tohumun toprağa ekilmesi gibi beynimin derinliklerine ekilmişti. Tamamı eğlence, yol, arkadaşlık üçlüsü ile geçirilen bir erasmus döneminden sonra eve, okula dönmüş ve bir sonra ki yaz İngiltere'ye gitmek için uğraş veriyordum. Lakin bu uğraşın sonu gelemedi ve bende bu defa yine evde otururken birden; "Ben Anadolu'yu gezmeliyim, aynı geçen yıl filmde gördüğüm gibi" diye karar verdimi "Ama nasıl?" ...
Ve artık en azından yola çıkmak için bir sebebim vardı; İngiltere macerası suya düşmüş ve bende bu Anadolu gezisi için 'neler yapabilirim' diye düşünüyordum. Sonunda otostop fikri aklıma düştü. Bu otostop olgusunun bende fikir bulmasının da birçok farklı nedeni vardı; birincisi Kerouac'dı ve onun muazzam eseri Yolda, sırf bu neden bile başlı başına yola çıkmaya yeterdi ama dahası vardı; o kış dönemi evimde couchsurfing'den bazı misafler -özel misafirler- ağırlamıştım. Macaristan-Bosno-Sırpıstan'dan yola çıkmış ve otostopla Hindistan'a gitmeye çalışan 5 kişilik hippi grubu. Onlarla tanışmak bana bu macerayı başarabileceğime dair bir özgüven vermişti. Zira daha önce hiç otostopla, parasız, böylesi avare ve başıboş gezmek gibi herhangi bir maceram hatta böylesi bir şeye ilgim olmamıştı. Sonuncusu da elbette parasızlıktı. Sonunda yola çıktım ve 95 gün boyunca ülkeyi bir uçtan, diğer uca katetmeye başladım.
Yolda özgürlük vardı, hayatın anlamı.
Yolda bir arayış vardı ve bazen arayıp bulamayış.
İnsanın, fikrin, mekanın peşinde.
Tanışarak, selam vererek ama durmadan yer değiştirerek,
bazen susarak, yaşayarak, görerek ve bağırarak
ve bazen tek başına, bazen bir kaç arkadaşla.
Hep müzikle, sözle.
Ve bazen bir yazarın izinde, enstrümanın naifliğiyle,
bazen aç-sussuz, parasız, sokakta.
Koca koca şehirlerin karmaşasında.
Ve bazen bir zeytin ağacının altında oturarak.
Haşmetli dağların, engin ovaların ve çayırların arasında;
maviyle, yeşille.
Tanışılan muazzam insanlar ve pastoral güzelliklerle,
alelade tutkularla ve bazen sorularla.
Zamanın tüm bilgeliği ile uzaklara kaçarak
Arayarak insanı, kendimi;
yeryüzünde bir sürgün gibi...
O yolculuk sırasında ki duraklardan biriydi Nemrut. Benimle birlikte yolda
-Adana dolaylarında- tanıştığım ve doğuya doğru gittiğimiz için birlikte devam ettiğimiz Alman arkadaşım Alex vardı. Nemrut dağının bu yolculukta benim için apayrı bir önemi vardı çünkü o tepeye varmak için tam iki günümümü vermiştim. Evet, Nemrud Milli Parkının girişinden, o muazzam tepeye varmamız bir gece-iki günümüzü almıştı. Önce Adıyamın'ın Kahta ilçesine varmış, geceleyi Cendere yakınlarında ki bir köyde geçirmiştik. Ardından iki günlük yolculuk başlamıştı. Cendere'ye varmış ve orada
Rıfat Abi ve onun muhteşem öyküsü ile tanışmıştım. Kim bilir, belki daha sonra bu öyküden de bahsetme fırsatım olur. Ardından öğleüzeri otostopa başlamış ve sihirli parmağı yine havaya dikmiştik. Hiç yoksa 3-4 saat boyunca bizi kimse almadı, ki zaten o süre boyunca bizim gittiğimiz istikamete doğru yolculuk yapan kimse de olmamıştı. Bu durumun sebebi bizim Nemrut'a giden asıl-ana yolu kullanmak yerine, daha kestirme ama daha sonradan neredeyse hiç trafik olmadığını anlayacağımız ikinci yolu kullanmamızdı.
(1) Henüz daha tam pes etmemişken bir araç yanaştı ve bizi aldı. Bunlar Kahta'dan gelen ve Nemrut Milli Parkının girişine gelmeden beş-altı kilometre öncesinde ki köye gidecek olan iki gençti. Bu kısa yolculuk boyunca çocukla iyi anlaşmıştık ve bu sayede gençler bizi, beş-altı kilometrelik kalan kısımda da yani milli parkın girişine kadar götürmeye karar verdi. Teşekkür edip gençlerden ayrıldıktan sonra gişede milli park giriş biletlerini alıp beklemeye koyulduk tekrar. O arada gişede ki memurlarla
-iki kişiydiler- sohbet ediyor ve muhteşem yol anılarına daha nice hatıralae ekliyorduk. Bekledik, bekledik, bekledik. Önce dakikalar, saatlere ve sonra saatler güne tekabül etmeye başlamıştı. Aynı zamanda Nemrut civarında hava bozmaya başlamış, yağmurun; bereketini toprağın şehvetiyle buluşturacak o hırçın anlara az kalmıştı. Huzursuzca bir yola, birde tepede toplaşan grileşmiş bulutlara bakıyordum. Nihayetinde, önce küçük küçük çiselemeye başlayan yağmur taneleri, sert-hızlı bir şekilde gökten düşmeye başlamıştı. Tüm bunlar olurken, bir kaç tur otobüsü gelmiş ama şoförleri bizden para almadan
-ki mevzu bahis miktar 50 ile 60 TL arasında değişiyordu- tepeye götürmeyi kabul etmiyordu. Elbette bu kadar parayı vermeyecektik, aslında zaten istesek bile üzerimizden o meblağ çıkmıyordu. Beklemeye devam ediyorduk; hava sağanak yağışlı olsa da belki bir umut birileri o tepeye çıkmak istiyordur diye umuyorduk. Sonunda hava kararmaya, gök daha çılgınca gürlemeye başladı. Şimşekler sık sık çakıyor ve dışarı da bir küçük bir gölet oluşmaya başlıyordu. Şanslıydık ki o gişe memurları geceyi de bu küçük kulübe de geçiyorlardı ve
yağmur-araçların olmayışı-talihsizliğimize istinaden bizi içeriye, birer bardak çay içmeye ve daha sonra gece onların misafiri olarak aynı kulübe de kalmaya davet ettiler. Karanlığın çökmesiyle midelerimizin gurultusu başlamıştı. Durumun farkına varan memurlardan biri akşam yemeği için menemen yapmaya koyuldu, bir diğeri benimde tütün sardığımı görünce, beni berisine çağırıp tütün üzerine şiddetli bir söylev çekmeye başladı. Dışarıda ki fırtına ve şimşeklere bakınca, Zeuz ile Boreas'ın arasında bitmez bir dövüşün olduğunu sanırdınız ve bu amansız kavganın ortalarında
-yemeğimiz henüz pişmiş, sofra kurulmuşken- elektrikler gitti ve önce karanlıkta sofraya konacak son şeyler getirildi sonrada bir el feneri ışığında yemek yedik. Yemek bitti ve ben o muhteşem yemeği lokma lokma mideye indirirken
"herhalde bir daha böylesine lezzetli bir menemeni yiyemeyeceğim" diye düşünüyordum, ehh halende haksız çıkmış sayılmam. Sonunda gece yarısı geldi ve yatıp uyuduk. Sabaha doğru saat 5 gibi, henüz hava aydınlanmamışken, ev sahiplerimiz bizi uyandırdılar;
"kalkın gençler, kalkın da tepenin biraz öncesinde ki köye kadar giden arabaya binin. Bu adamlar dosttur, o köyde yaşıyorlar, sizden para almazlar. Hadi kalkın sizi bekliyorlar." Hızla giyinip, daha adam akıllı teşekkür edemeden oradan ayrıldık. Yarı uykulu-yarı uyanık bir vaziyette, gözlerimiz hafif hafif kısılırken güneş tekrar doğmuş ve bu tepeye yapılan belki de en önemli sebeplerden ikincisini; gün doğuşunu da kaçıyorduk. Evet önce gün batımını ve şimdi doğumunu kaçırıyoruz. Ne sinir bozucuydu bu durum. Köylüler bizi köye varmadan, yolda ki son virajda bıraktılar;
"buradan, şu iki tepenin arasında ki çobanların patika yolundan yürüyün, tepeye en fazla 7-8 kilometre kalmıştır. Buradan, kestirmeden oraya daha erken varabilirsiniz" diye söylediler. Araçtan indiğimde sanki görünmez yüzlerce keskin bıçak suratımı kesiyor ve yüzüm paramparça oluyor gibiydi. O soğukta, ki en önemlisi sırtımızda ki 15 kiloluk belki daha fazla ağırlıkta ki çantalarla bu dik, patika yolu çıkmayı göze alamıyorduk. Haksız değildik, özellikle benim sırt çantamda; güneşin batışı-doğuşunu da hesaba katarak, tepede geçireceğimiz en azından bir gece için yeterli miktarda yiyecek eşyası ve 2 şişe şarap vardı. Beklemeye koyulduk yine ama şanslıydık ki daha on dakika geçmeden bir araç geldi ve bizi aldı. Patika yolu izlemeyip, normal yoldan seyre dalacağımız için mesafe neredeyse 15 km.'ye çıkacaktı ve bu araç bizi, tepeye 9 kilometre öncesinde bırakacaktı. İşin iyi tarafıysa böylece tepeye giden, güneyde kuzeye istikametli ana yola çıkmış olacağımız ve otostop şansımızın iki veya belki daha fazla kat artacak olmasıydı. Arabadakilerin daha ileri gitmiyor olmalarının sebebiyse, bizi bırakacakları yerde yapımı devam eden bir motelin inşaatında çalışıyor olmalarıydı. Vardık oraya da ve bizi indirdiler, tekrar yürümeye başladık ve kilit taşlarıyla örülü kilometrelerce uzunlukta ki ana yola çıktık
-üstte ki resme bakabilirsiniz!.- Artık umutla tepeye doğru yürüyor ve birazdan birileri gelip bizi alacak diye umuyorduk. Olmadı, ne yazık ki onlarca kiloluk çantalarımızla yürüdüğümüz o dört kilometre boyunca hiç bir araç gelmedi ve pekte gelecek gibi görünmüyordu. Şanslıydık ki artık hava durumu o kadar kötü değildi. Evet hala bulutlar bazen beyazlıktan koyu grilere hatta siyaha kaçabiliyor ve sanki birazdan yağmuru bırakacak gibi duruyordu ama herhangi bir yağış olmuyordu. 4 kilometre geldikten sonra bu defa yol sola doğru çok genişçe bir dönüş yapıyor, önce küçük bir tepenin etrafından dolanıp, sağ tarafımızda ve sanki en fazla bir kilometre kalmış gibi görünen dik yamacın bitiminde ki tümülüse varıyordu. Bu noktada da artık durup düşünmeye başladık;
"en fazla üç-dört kilometre yürüdük ve geriye hiç yoktan beş-altı kilometre kalıyor. Hem yolda hafif hafifte olsa dikleşecek ve belki bu yükle ayrıca yorgunluktan ötürü bu yolun sonunu getiremeyeceğiz. Niye bu uzun yolu izlemek yerine, şurada ki patika yolu takip etmiyoruz? Sadece biraz ötede de yamaç biraz fazla dikleşiyor ama orayı tırmandık mı herhalde geriye bir şey kalmayacak. Hem daha erken varmış oluruz tepeye ?!" ama hayır, o kadar kolay değildi.
(2) Durduğumuz noktadan baktığımız gibi tepe, en fazla 30-40 dakikamızı alacak bir mesafede değildi. Tümülüsün hemen dibine kurulmuş dinlenme tesisine varışımız neredeyse 2-3 saatimizi aldı. O dik yamaç boyunca sırtımızda ki çantalarla tırmanmak ve aslında hepsinden önemlisi bunu yapabileceğimize inanmamız; yaptığımız en büyük hataydı ama olan olmuş ve saatler sonra, sert ve keskin esen rüzgara rağmen üstümüzde ki her şeyi terden ötürü çıkarmış ve gerçekten ölmüş bir halde dinlenme tesisine varmıştık. Oraya vardığımızda ise bize gözleri yuvalarından çıkmış, afallamış halde bakan insanlar karşılamıştı;
"siz, buraya tırmanarak mı geldiniz?!"
Evet, sonunda her ne pahasına olursa olsun o tepeye çıkmış ve gözün ufku seçmekte zorlandığı o yerde, önce boğazımı temizlemiş ve sonra deliler gibi boşluğa doğru çığlık atmıştım. Herhalde; Kommagene Kralı Antiochos ve tüm bu dev heykelleri oraya taşıyan işçilerden-kölelerden sonra o tepenin tadına; özellikle
yağlı butları ve eli deklanşörden kalkmayan emekli turist yığınlarından çok biz varmıştık ve daha anlamlı bir gezi yapmıştık o dinsel noktaya...
+not: o kadar vakit ve emek harcayıp çıktığımız tepede en fazla 30 dakika geçirdik ve geri dönüş yolu da yine kilometrelerce süren yürüyüşler, bekleyişler ve elbette
"sittir ulen! madem paran yok, ne diye buraya; allahın unuttuğu, insanının para göz olduğu bu yere gelirsin." serzenişleriyle doluydu ama ne olursa olsun her şeye değmişti. Aslında dönüşümüzde öğleden sonraya denk gelmiş ve bir kaç tane bireysel
-kendi araçlarıyla- gelen turist vardı ama hiç biri bizi almayı kabul etmedi, edenler ise yine tur şirketi araçları oldu ama bu defa artan yol mesafesi sebebiyle 60-70 TL isteyenlerdi. Tüm bunlardan sonraysa doğunun incisine, Van'a, doğru yaptığımız geziye kaldığı yerden devam ettik ve daha nice güzel anılar yaşadık...
+kaynaklar:
- İspanyada bulunan mevzu bahis şehir; Sevilla
- İspanya'da ki en güzel anılarımın geçtiği müziğin, edebiyatın, sanatın, dostların meydanı; Alameda de Hercules
- Che'nin ve sıkı dostu Alberto'nun 'Güney Amerika' boyunca yaptıkları gezinin filmi; Motorcycle Diaries
- İspanya'ya, Endülüs'e, Sevilla'ya ama en önemlisi Alameda de Hercules'a gitmemi sağlayan program; Erasmus
- Beat akımının öncüllerinden Kerouac'ın muhteşem gezisinin kitabı; Yolda
- Gezginler için tasarlanmış olan; en önemli özelliği konaklama ve daha sonra rehberlik olan ve daha nice başka faydalarına denk geldiğim misafirperverlik ağı; CouchSurfing
- Dostum Alex'in CS profili; buradan lütfen!
- Gezi-yorum'da Nemrut Dağı
- (1), (2) Mevzu bahis mühim noktalara, izlediğimiz rota dair harita ve resim